Prof. Dr. Mehmet Zeki Duman

NUR SURESİ’NİN 35. AYETİNİN TEFSİR VE TE’VİLİ BAĞLAMINDA ALLAH’IN İNSANA DÖRT HİDAYETİ:

FITRİ DİN, AKIL, PEYGAMBER VE KİTAP

Prof. Dr. Mehmet Zeki Duman,

- “Nur üstüne nur!”

- “Allah, ancak isteyen kimseyi nuruna kavuşturur ve onda muvaffak kılar!”

 ÖZET

Yüce Allah’ın, Nur suresinin 35. ayetindeki “Allah göklerin ve yerin nurudur…” ifadesi ile kendisini nur olarak nitelendirmesinin, başlangıçtan günümüze dek pek çok tefsir ve te’vili yapılmıştır. Bilhassa oradaki mişkât, misbah, incimsi bir zücace ve doğusu batısı olmayan bir ortamda yetiştirilmiş harika zeytin ağacından elde edilen parlak zeytinyağı sembolleri ile kast edilen mana farklı te’villere konu olmuştur. Biz de bu ayeti siyak ve sibak bütünlüğü çerçevesinde ele alarak, Allah göklerin ve yerin nurudur…” ifadesi ile kast edilen manayı ve temsildeki sembollerle açıklanmak istenen soyut hakikati metin içi sağlam karinelerle destekleyerek tespite çalıştık. Vardığımız te’vile göre, Allah göklerin ve yerin aydınlatıcısıdır. O, sembollerden her birisiyle ifade edilmek istenen fıtrî din, akıl, peygamber ve kitap gibi dört mükemmel ışık/nur ile insanlara hidayet vermiş, onları hem dünyada hem ahirette mutlu ve müreffeh kılacak olan Sırat-ı Müstakim’i kendilerine göstermiştir. Artık isteyen kimse yüce Rabb’inin de teşviki ve hoşnutlukla yönlendirmesiyle bu emsalsiz dört hidayetten yararlanır ve “Nur üstüne nur…” ile zafere, dolayısıyla sonsuz mutluluğa erer. Bu hidayetten; özellikle de aklından yararlanmayan kimse için başka bir ışık yoktur. O kişi, simsiyah bulutların ve dalga üstüne dalganın kapladığı okyanusun dibinde, “Üst üste yığılmış karanlıklar” içerisindedir. Bu zat, içerisinde ömrünü tükettiği karanlıklar sebebiyle insanlıktan o kadar uzaklaşmış ki, neredeyse kendisi bile, kendini tanıyamaz hâle gelmiştir…

Ayetteki Anahtar Kelimeler: Nur, hidayet, mişkât, misbah, el-misbah, zücace, yağ.

Abstract

Allah's Four Guidance to Mankind In Terms Of Interpretation and Explanation of The Sura al-Noor, Verse 35: Innate religion, Reason, Prophet And ScriptureIn the Sura al-Noor, verse 35: “Allah is the Light of the heavens and the earth”, Allah Almighty describes himself as the Light and around this verse many interpretations (tafseer) and explanations (ta’weel) has been made. Especially sembolic words as mişkât (a niche), misbah (a lamp), zücace (pearly glass), olive oil that is produced from an olive neither of the East nor of the West have been interpretated distinctively. In this work we tried to interpret the verse “Allah is the Light of the heavens and the earth….” considering contextual analize, and seeking the genuine meaning behind these symolic expressions, following the implications internal to the text. In conclusion we may say that: Allah is the Light of the heavens and the earth. He, guided humankind by four excellent lights (noor) to which one of the symbols in te verse indicates as: innate religion, reason, prophet and scripture. By doing so, He showed them al-Siyrat al-Mustaqiym (The Thrue Path) that will makes hem happy and prosperous. From now on, whoever wishes to have these four guides, he/she will get them by encouragement and gladness of Allah, and will reach a triumph and therefore a happy eternal life by “Light upon light”. There is no hidayah (guide) beside this, especially for who does not benefit from his reason. Such a person is like in a darkness on a vast, abysmal sea. There covers him a wave, above which is a wave, above which is a cloud; so far from humanity because of darkness in which he spent his life that he even does not recognise himself.

 Giriş

Nur Suresi, Medenî’dir. Hicret’in beşinci yılının son aylarında Beni Müstalik gazvesinden döndükten yaklaşık bir ay sonra pasajlar  hâlinde indirilmeye başlamıştır. Tamamı 64 ayettir. Adını 35. ayetindeki “Allah göklerin ve yerin nurudur.” ayetinden almıştır.

Bu surenin, 1-34 arası ayetlerinden oluşan birinci pasajının ilk ayetinde şöyle denilmiştir: “Bu, indirdiğimiz ve içerdiği hükümleri farz  kıldığımız bir suredir/pasajdır. Düşünüp de öğüt alasınız diye onda apaçık ayetler indirdik.” Pek çok müfessire göre, surenin ilk pasajındaki 34 ayetin hepsi muhkemdir, yani kast edilen mana lafızlarında zahir olup düşünülmekle kavranabilecek ve öğüt alınabilecek açıklıktadır; bunların te’vil edilmeye ihtiyacı yoktur. Buradaki otuz dört ayetin içerdiği hükümlere uymak, her mükellef kişiye farzdır!

Makalemize konu edindiğimiz 35. ayetin de içerisinde yer aldığı ve 35-43 arası ayetlerden oluşan ikinci pasaj ise, bu konuda önemli bir eser sahibi Mehdi Bâzargan’ın (kesin olmayan) tespitine  göre, hicretin onuncu yılında indirilmiştir... Göklerin ve yerin aydınlatıcısı olan yüce Allah, mükellef çağına giren her insanı, bu pasajın ilk ayeti olan 35. ayetinde, “Nur üstüne nur…” olarak tavsif ettiği ilâhî ışıklarla donatıp başta kendisi olmak üzere, gökler, yer ve her ikisi arasındakiler hakkında bilgi sahibi kıldığını sembolik bir lisan ile anlatmıştır.

Biliniyor ki, Allah Kur’an’ı “Apaçık Arap lisanı”  ile indirmiştir. Dolayısıyla bu lisandaki edeblî üslûp ile ilgili özellikler Kur’an’da da gerektiği ölçüde kullanılmıştır. O nedenle Kur’an’da, edebî sanatlardan hakikat, mecaz, kinaye, temsil, teşbih, istiare ve sembolik anlatım çeşitlerine sıkça rastlanmaktadır. Özellikle bu 35. ayet, Kur’an’daki temsilî ve sembolik anlatımın en tipik örneklerinden birisi olarak gösterilebilir.

Hiç şüphe yok ki, edebî ve kutsal metinlerde sembolik anlatımın asıl amacı, soyut anlatım ve idealleri, fikirleri ya da kelimelerle ifade edilmesi mümkün olmayan derin, ince ve soyut manaları, okuyucu tarafından tecrübe edilebilir bir teşbih, temsil ve sembol ile somut bir biçimde idraklere yaklaştırmak ve farklı anlayış düzeyine sahip insanların kendi anlayış derecelerine göre bir anlam çıkarabilmelerine imkân tanımaktır. Bu ayetteki temsilî anlatım da, İsmail Hakkı Bursevî’nin de belirttiği gibi, hem Allah’ın nurunun şiddetini ve kesafetini açıklamak hem kast edilen asıl manayı idraklere yaklaştırmak hem de anlama imkânını kolaylaştırmak içindir.  Kuşkusuz böylesi ifadelerde kast edilen şey, elbette ayetin lafzındaki mana olmayıp; semboller vasıtasıyla anlatılmak istenen soyut manayı, diğer bir ifade ile murat edilen manayı imkân ölçüsünce tespit edip açığa çıkarmaktır.

Biz bu makalemizde, burada sembollerle anlatılmak istenen asıl hakikati tefsir ve te’vil yöntemleriyle tespit etmeye çalışırken, önce söz konusu ayetin mana yönünden tahlilini yapıp lafzından elde edilecek zahirî manayı belirleyeceğiz. Sonra ayetteki anahtar kelime ve kavramlar hakkında bilgi vereceğiz. Ayette kavramsal anlamda kullanılan nur ve hidayet kavramları makale içerisinde, sözlük anlamında kullanılan kelimeleri ise dipnotta tanıtacağız. Bu esnada “Allah’a nur ıtlak edilir mi?” sorusuna cevap bulmaya çalışacak ve ayetteki “Allah’ın nuru” ile kast edilen mananın ne olduğunu imkânımız ölçüsünce açıklığa kavuşturacağız. Daha sonra da esas konumuza geçip bu ayetteki semboller vasıtasıyla anlatılmak istenen hakikatler ve murat mana üzerinde duracağız; önce, ayetteki mişkât, misbah, el-misbah, zücace ve doğusu ve batısı olmayan bir ortamda yetişen mübarek zeytin ağacı; bilhassa ondan elde edilen yağ/zeytinyağı hakkında bugüne kadar yapılmış olan tefsirlerden önemli gördüğümüz bir kaç te’vil örneğini, okuyucuyu haberdar etmek amacıyla ve bir sistem dahilinde nakledeceğiz. Sonra da, aynı pasajda yer alan ve bu ayetle mana yönünden ilgisinin olduğunu düşündüğümüz kırkıncı ayetin de desteğiyle otuz beşinci ayette anlatılmak istenen hakikatle ilgili kendi anlayışımızı ortaya koyup temellendirmeye çalışacağız. Bu ayette tam olarak neyi murat ettiğini, elbette en iyi Allah bilir! Son olarak da ayetin sonundaki “Allah dilediği kimseyi nuruna kavuşturur.” ilkesi hakkında bir değerlendirme yapıp metne ve bağlamına en uygun te’vili belirlemeye çalışacağız…

 I.  Ayetin Metni, Meali ve Mana Yönünden Kısa Bir Tahlili

A. Ayetin Metni

اللَّهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكَاةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ الْمِصْبَاحُ فِي زُجَاجَةٍ الزُّجَاجَةُ كَأَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّيٌّ يُوقَدُ مِن شَجَرَةٍ مُّبَارَكَةٍ زَيْتُونِةٍ لَّا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِيءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُّورٌ عَلَى نُورٍ يَهْدِي اللَّهُ لِنُورِهِ مَن يَشَاء وَيَضْرِبُ اللَّهُ الْأَمْثَالَ لِلنَّاسِ وَاللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ .

 B. Ayetin Meali

“Allah göklerin ve yerin nurudur; O’nun nuru, içinde lamba /kandil bulunan duvardaki bir mişkât/lambalık gibidir. Işık /alev bir cam/şişe içindedir; şişe ise, incimsi/inci cinsinden bir yıldız gibidir! Fitildeki alev, doğusu ve batısı olmayan mübarek bir zeytin ağacından elde edilen yağ ile yakılıp beslenmektedir. Yağ ise, ateş değmese de neredeyse kendisi etrafı aydınlatacak parlaklıktadır! Nur üstüne nur… Allah, dilediği kimseyi nuruna kavuşturur. Allah, insanlar için böyle misaller verir! Allah her şeyi bilir...” (Nur, 24/35)

 C. Ayetin Tahlilî Anlamı

Allah Tealâ, kendisini mecazi anlamda göklerin ve yerin nuru, esasta göklerin ve yerin aydınlatıcısı  olarak tavsif etmiş ve kendi nurunun sıfatını, bizim anlayışımıza göre, herhangi bir mişkât’ı, yani içine lamba koymak için duvarda açılmış olun oyuğu; Anadoluda yaygın adıyla lambalığı aydınlatmakta olan lamba düzeneği ile “Nur üstüne nur” tabiriyle açıklamıştır. Bu sembolik/temsilî ifadeye göre, Allah’ın gökleri, yeri ve insanları aydınlatması, tıpkı mişkâttaki bir lambaya benzetilmiştir. Bu lambadaki alev, incimsi ya da inciden bir yıldız gibi parlak bir cam/fanus, diğer bir ifade ile lamba şişesi ile hem korunmakta, hem daha derli, toplu hem de son derece parlak bir biçimde yansıtılmaktadır. Fitilin ucundaki alev ise, alelade bir yağ veya gaz yağı ile değil, güneşle sürekli temas halinde olup ondan aldığı ışık ve ısı enerjisiyle mükemmel olarak yetişmiş mübarek zeytin ağacından elde edilen en üstün evsaftaki bir zeytinyağı ile yakılıp beslenmektedir. Lambanın haznesindeki zeytinyağı, o kadar saf ve o kadar parlak ki, fitilin ucundaki alev olmasa da kendi parlaklığı etrafı yeterince aydınlatabilecek niteliktedir… İşte potansiyel bir ışık kaynağı olan lamba, fitilin ucundaki alev, kafese geçirilen incimsi yıldız gibi son derece parlak lamba şişesi ve alevi besleyen fosfor gibi parlak zeytinyağı ile bir mişkat/lambalık nasıl kat kat ışıklarla aydınlatılıyorsa, Allah da kullarını, kendilerine bahşettiği ve “Nur üstüne nur…” olarak nitelendirdiği üst üste ışıklarla aydınlatmakta ve doğru yola iletmektedir.

Bu kısa açıklamadan sonra, konunun daha iyi anlaşılabilmesi için bahis konusu ayetteki anahtar kelimeler ve kavramların açıklamalarına geçebiliriz.

 II. Ayetteki Anahtar Kelimeler ve Kavramlar

A. Nur Kavramı

Nur (çoğ. Envar ve niran’dır.); İbnü’l-Esir demiştir ki, Allah Tealâ’nın isimlerindendir. Bir hadiste, “Allah’ı gördün mü?” diyen sahabiye Allah’ın Elçisi: “O bir nurdur; O’nu nerden göreyim!” cevabını vermiştir. Allah, nuru ile bilgisizleri basiret sahibi yapar, doğru yolunu göstermekle de günahkârları irşat eder.

Lisanu’l-Arab’da şöyle denilir: Nur, her zuhurun kendisiyle zahir olduğu şeydir. Kendinden açık olup başkalarını da açığa çıkarana nur adı verilir. Nur ışıktır. Nur karanlığın zıddıdır;  dokunduğu şeyi açığa çıkaran ve görülmesini sağlayan ışık; karanlığın zıddı olan aydınlık anlamındadır.

Cürcani’ye göre, “Nur, gözün önce kendisine, onun vasıtasıyla da diğer görülenlere ulaşabildiği bir keyfiyettir.”  Rağıb el-İsfehani, bunun dünyevî ve uhrevî olmak üzere iki kısma ayrıldığını söylemiştir. Ona göre “Dünyevî nur,” biri akıl nuru ve Kur’an nuru şeklinde kalp gözüyle anlaşılan manevî nur, diğeriyse gözün görmesiyle algılanan Ay, Güneş, yıldızlar vb. aydınlatıcı cisimlerden yayılan hissî nur olmak üzere iki çeşittir. “Zahir göze göre güneş ne derece bir nur ise, akıl gözüne göre de (tamamı hikmet olan) Kur’an aynı derecede bir nurdur.”  Allah Tealâ’nın: “Ey insanlar! Rabb’inizden size apaçık bir belge gelmiştir; bir de size apaçık bir ışık indirdik.”  “Allah’a Resûlüne ve indirdiğimiz şu nura iman edin!”  “…Size apaçık bir nur indirdik.” “Allah’ın göğsünü İslâm’a açtığı kimse mi; işte o, Rabb’inden bir nur üzeredir.”  ayetlerinde sözü edilenlerin hepsi de ilâhî/manevî nurdur. Gözün görmesiyle algılanan hissî nur’a örnek ise şu ayet gösterilebilir: “O, Güneşi ziyâ, Ay’ı da nur olarak yaratandır.”  Bu ayette, Güneş ziyâ, Ay ise nur olarak isimlendirilmiştir. Nur ile ziya, her ikisi de karanlığın zıttı olup gözün kendisiyle eşyaya ulaştığı ve gördüğü ışık, aydınlık anlamında birbirinin eşanlamlısı olarak kullanılırlar.

Anlaşılıyor ki nur, genel anlamda, varlığını kendinden ya da başkasından alan hissî ya da manevî bir ışıktır; ademiyet demek olan karanlığın zıddı ve var oluştur. Hissî manada nur, kaynağı kendisi veya başkası da olsa, aydınlanmış olup aynı zamanda aydınlatıcı vasfına sahip olan ışıktır.

 A. 1. “Nur” Kavramının Allah Hakkında Kullanılması Meselesi

Yüce Allah, “O evveldir, ahirdir, zahirdir, batındır…”  ayetiyle kendisinin bir yönüyle gizli olduğunu söylese de bir yönüyle de zahir olduğunu ifade etmektedir. Nur, tüm yaratılmışların kendisiyle var ve açık olduğu zahirdir. Nefsinde zahir olup da başkasını izhar edene nur adı verilmesi bundandır.  “Allah göklerin ve yerin nurudur.” Çünkü var olan her şeyi yokluktan varlığa çıkaran Allah’tır.  Gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı koyan da O’dur.  İster hissî olsun ister manevî, içteki ve dıştaki tüm karanlıkları yok edip gökleri ve yeri aydınlatan Allah’tır. Her şey, ancak O’nunla ademiyetten varlık âlemine çıktığı ve vücut bulduğu için tüm âlemlerin nuru ve tüm ışıkların asıl membaı O’dur. O olmasaydı, hiçbir şey var olamazdı… O’nun varlığı ve cömertliği sebebiyle gökler, yer ve her ikisi arasındakiler vardır ve varlık âlemine çıkmışlardır. Bu yüzden Allah göklerin ve yerin nuru ve aydınlatıcısıdır. O hem eşyaya varlık vererek vücuda getiren anlamında hem de onlardakileri hissî ve manevî olarak açığa çıkartan, görülen ve görülmeyen yönleriyle onlar hakkında bilgi sunan, gösteren aslî nurdur.

İbn Cerir et-Taberî demiştir ki: Zikri yüce olan Allah buyuruyor ki: “Allah göklerdeki ve yerdeki varlıklara yol göstericidir; onlar da O’nun nuru ile hakka eriyor, O’nun yol göstermesiyle dalâletin şaşkınlıklarından korunuyorlar.”  Meşhur Osmanlı dönemi müfessirlerimizden Ebu’s-Suud da ayeti benzeri bir manada te’vil etmiş ve şöyle demiştir: “Allah gök ve yer ehlini nuru ile hidayete erdirendir; onlar da onun nuru ile doğru yolu bulmaktadırlar.”  “Allah’ın nuru”ndan maksat ise, Kur’an’dır.  İşte bu sebeple Allah kendisini bu ayette mecazî anlamda nur olarak isimlendirmiştir.

Her iki müfessirin beyanından da anlaşılacağı üzere, ayetteki “Gökler ve yer”den maksat, farklı yapıları, nitelikleri ve fonksiyonlarıyla evrende mevcut olan varlıkların hepsidir. Kur’an’da bunun için âlemler tabiri kullanılmaktadır.

Bursevî’ye göre, Allah mecazî değil, hakikî manada nurdur.  Evet, doğurmamış ve doğurulmamış olan; varlığı kendi zatından olup zatı ile kaim olan Allah, öncesi olmayan evvel, sonu olmayan âhir’dir; gökleri, yeri ve her ikisindekileri ademiyetten varlığa yükselttiği için Allah kâinatın hakikî manada nurudur… Aynı zamanda O, tüm evrenin aydınlatıcısıdır da… Tüm nurlar ışıklarını derece derece kendi dışından alırken Allah’ın nuru kendi zatındandır.

Peki, zatı itibariyle Allah’a nur ıtlak olunabilir mi? İşte bu, tartışma konusudur. İbnü’l-Esir’in naklettiğine göre bir kısım ilim adamları demiştir ki, nur hem cisimdir hem de arazdır; el-Barî Celle ve Azze, ne cisimdir ne de arazdır. Nur O’nun görülmesine mani hicabıdır…  Ebu mansur’a göre, nur Allah’ın sıfatıdır. Nurunun şiddeti sebebiyle Allah görülmez.    Bizce de hissî ve manevî anlamda nur, birer cevherdir ve yaratılmışlık vasfına sahiptir. Allah ise, aşkın zatı ve emsalsiz yüce sıfatları ile yaratılmışlardan hiç birisine benzemez. “O’nun misli /benzeri hiçbir şey yoktur.”  “Hiçbir kimse (ve hiçbir şey) O’na denk de değildir.”  O nedenle Allah’a bu manada nur ıtlak edilemez. Gerçi Allah, “O, işitir ve görür…”  ayetiyle kendisini işitme, görme, bilme… gibi nitelikleriyle yaratılmışlara benzetmiştir. Fakat bu teşbih, sırf kendisini insanlara tanıtması; onların da en güzel esmâ ve sıfatları ile ezelî, ebedî, zahir ve batın olan Rab’lerini tanıyabilmeleri içindir. Şu kadar var ki, O’nun yaratılmışlarda tecelli eden sıfatları tamamen kendi zatına özgüdür; hakikatleri itibariyle beşerin sıfatlarına asla benzemezler. Meselâ; Allah’ın görmesi, işitmesi, bilmesi… bizimkiler gibi ihtiyaç duyulan araç ve gereçlerle değildir…  O hâlde, Allah’ın yüce zatı için cevher veya araz denilemeyeceği gibi O’na hakikati itibariyle hissî ya da manevi “Nurdur.” da denilemez. Ayette Allah’a nur ıtlak olunması, ayetin bağlamından da anlaşılacağı üzere, mecazî anlamda olmalıdır. O âlemlerin var edicisi ve aydınlatıcısıdır. Ebu’s-Suud’un dediği gibi: “Burada münevvirin nur olarak tabir edilmesi, aydınlatmasının ve tesirinin şiddetindendir…”

 A. 2. “Allah’ın Nuru”nun Anlamı

Hz. Ali ve İbn Abbas’a göre, Allah’ın nurundan maksat, kendisiyle müminlere yol gösterdiği hidayeti, her insana bahşettiği ilâhî ışığı anlamındadır.  Enes İbn Malik demiştir ki: “Benim tanrım diyor ki: “Benim nurum, yol göstermemdir...” İbn Cerir et-Taberî bu ve daha başka görüşleri naklettikten sonra, en evlâ görüşün bu olduğunu söylemiş ve Übey b. Ka’bın şu izahıyla konuya açıklık getirmiştir: “Allah göklerin ve yerin ziyasıdır. Çünkü “Allah göklerin ve yerin nurudur.” demekle O, önce kendi nurundan haber verdi, “O’nun nurunun örneği…” demekle de kendi nurunun düştüğü/indirildiği yeri haber vermiş oldu. Durum böyle olunca, ayetin te’vili şöyle olmalıdır: “Ey insanlar! Biz size hakkı batıldan ayırt edici ayetler indirdik, sizden önce gelip geçmiş olan nesillerden örnekler getirdik, muttakiler için öğütler ve nasihatler verdik. Böylece onunla size doğru yolu gösterdik, dininizle ilgili bilmeniz gereken konuları açıkladık. Zira, Ben göklerde ve yerlerdekilerin aydınlatıcısıyım…”  Hz. Übey sözlerine şöyle devam etmiştir: “Allah göklerin ve yerin aydınlatıcısıdır. Çünkü bundan bir önceki ayette “Andolsun ki Biz size açıklayıcı ayetler, sizden önce gelip geçmiş topuluklardan örnekler ve Allah’a karşı gelmekten titizlikle sakınan gerçek müminlere öğütler indirdik!”  denilmiştir. Gökler, yer ve her ikisi arasındakiler O’nun varlığı ve aydınlatıcı ayetleriyle varlık âlemine çıkmakta, O’nun nuru ile hakkı bulmakta ve O’nun hidayeti ile dalâletin şaşkınlığından korunmaktadırlar.”  Zemahşerî de: “Allah göklerin nurunun sahibidir; göklerin ve yerin nuru ise “Hak”tır. Hak’kın nura benzetilmesi, nurun açıklığı ve hakkı açıklayıcılığı sebebiyledir.” demiş ve “Allah iman edenlerin velisidir; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır…”  ayeti ile görüşünü desteklemiştir.

Taberî, Zemahşerî, Razî, Ebu’s-Suud ve İsmail Hakkı Bursevî de bu ayette, yukarıda da geçtiği üzere, Allah’ın göklerin ve yerin nuru olarak isimlendirilmesini, yer ve gök ehlini, yani tüm âlemleri mutlak varlığıyla ademiyetten varlığa çıkarması, nuru ile aydınlatması ve hidayete erdirmesi olarak değerlendirmişlerdir.  Allah gök ve yer ehline sırat-ı Müstakim’i gösteren ve onlara hidayet edendir.

Allah’ın insanları aydınlatması iki şekilde açıklanabilir: Birincisi; Allah, Güneş, Ay ve yıldızlar gibi aydınlatıcı varlıkları yaratmak suretiyle gökleri ve yeri, hissî anlamda karanlıkta bırakmayıp insanın maslahatına en uygun biçimde ve yeterli derecede aydınlatmıştır. İşte bu anlamda Allah, Güneş, Ay, yıldızlar ve sonradan keşfedilen elektrik enerjisi ile karanlıkları yok edip insanlar için eşyayı aydınlatıcıdır. İkincisi ise, Allah’ın insanları akıl nuru ve Kur’an nuru ile aydınlatmasıdır. “Ey insanlar! Muhakkak ki size Rabbinizden apaçık bir belge/burhan gelmiş, size bir de apaçık bir nur indirmişizdir...”  ayeti ve Kur’an’da Tevrat’ın  ve Kur’an’ın nur olarak vasıflandırılmaları da bu kanaati desteklemektedir. Çünkü Allah, Ademoğullarını yoktan var etmiş, kendisinden bahşettiği ruh ile manevî anlamda yüceltmiş ve onlara lütfettiği her biri birer ilahî nur mesabesinde olan akıl, basiret ve vahiy nuru gibi ilahî ışıklarla kendilerini aydınlatmıştır. Onlara göklerde, yerde ve her ikisi arasında, görülen ve görülmeyen âlemler hakkında bilgi edinme imkânını bahşetmiştir. Böylece yüce Mevlâ, evrensel gerçekleri ve ilâhî hakikatleri görme, Sırat-ı Müstakim üzere yaşama, nihaî mutluluğa erme bilgi ve imkânlarını insanlara lütfetmiştir...

B. Hidayet Kavramı

Hidayet; Arapçada işaret etmek, tanıtmak, bilgilendirip irşat etmek, beyan etmek, yol göstermek, sebat ve devamlılık vermek, artırmak, yardım etmek, amacında başarıya ulaştırmak /tevfîk gibi manalara gelmektedir.  Cürcanî’ye göre: “Hidayet, matluba ulaştıran şeyi göstermektir; arzulanan yola girmek demektir.”  Rağıb el-İsfehanî, hidayet kelimesinin Kur’an-ı Kerim’de dört ayrı anlamda kullanıldığını misalleriyle şöyle açıklamıştır: 1. Hidayet, aynı cinsten olmak üzere her mükellefe Allah’ın akıl, kavrayış ve zarurî bilgiler vermesi, böylece ona yol göstermesi anlamındadır: “Sen, yüzünü hanif olarak dine; Allah’ın insanları yaratmış olduğu fıtrî yapıya çevir. Allah’ın yaratmasında değişiklik olmaz. En sağlam din işte budur. Fakat insanların çoğu bilmezler."  ve “Rabb’imiz, her şeye yaratılışını veren, sonra da ona yol gösterendir...”  ayetleri buna misaldir. 2. Allah’ın, hem peygamberler hem de onların lisanlarıyla indirdiği kitaplar vasıtasıyla insanlara doğru yolu göstermesi anlamındadır: “İnsanlardan bir kısmını önderler yaptık, bizim emrimizle onlara doğru yolu gösteriyorlar.”  “Elbette sen, Sırat-ı Müstakim’e delalet edersin.”  “Her topluluk için bir yol gösterici vardır.”  ayetlerinde belirtildiği gibi.  Bu manada hidayet, peygamberlerin vârisi durumunda olan âlim ve faziletli kişilerin de işi ve görevidir: 3. Doğru yolu bulmak isteyen ve bunun gereğini yapan müminleri maksutlarına eriştirmek; doğru yola bizzat iletmek ve onda muvaffak kılmak demektir: “De ki doğu da batı da Allah'ındır. O, dilediği kimseyi sırat-ı müstakime iletir.”  “Sevdiğin kimseyi sen doğru yola iletemezsin.”  ayetlerinde olduğu gibi Allah’tan başka hiç kimse, bir başkasını, istemediği hâlde doğru yola iletip onda muvaffak kılamaz. 4. Hidayetin en nihaî anlamı ise, dünya hayatında Sırat-ı Müstakim üzere yaşayanları ahirette cennete girdirmek anlamındadır: “...Allah yolunda öldürülenlere gelince, Allah onları hidayete erdirecek ve gönüllerini şâd edecektir.”  Bu manalardan 1, 3 ve 4. maddelerde belirtilen hidayet, sadece Allah’a mahsustur. Çünkü insanı, tüm donanımlarıyla yaratan O’dur ve temkînu’l-îman da denilen birinin kalbine, istemediği hâlde imanı koyup yerleştirmek ve iman etmesinde muvaffak kılmak, - eğer dilerse - sadece O’nun işidir. Meselâ; Hz. Peygamber, ölüm döşeğinde son anlarını yaşamakta olan amcası Ebu Talib’e imanı telkin etti. Fakat o, şirkten vazgeçemediği için iman etmedi, müşrik olarak öldü; Resûlullah da amcasına yaptığı telkinde muvaffak olamadı… Allah’ın elçisi, kendisine o güne dek hamilik eden amcasının imansız olarak ölmesine üzülünce, Yüce Allah Resûlü’ne şöyle buyurdu: “Sevdiğin kimseyi sen hidayete erdiremezsin; dilediği kimseyi, ancak Allah hidayete erdirir.”  2. Maddede ise peygamberler, mürşitler, eğitimci ve öğreticileri… kapsamaktadır. Ehil olan her insan, bildiğini bir başkasına gösterip öğretebilir ve bu manada başkalarına hidayet eder.

III. Ayetteki Sembolik Anlatımın/Temsilin Tefsirlerdeki Te’vili

Allah Tealâ bu ayette, insanlara hidayetini, sembolik bir anlatım yöntemi ile açıklamıştır. Sembolik anlatımın denilebilir ki, en önemli özelliği soyut anlam ve idealleri, fikirleri ya da kelimelerle ifade etmek mümkün olmayan derin, ince ve yeni anlamları, son derece önemli konuları okuyucu tarafından tecrübe edilebilir bir temsil, teşbih ve şifre ile idrâklere somut bir biçimde yaklaştırmak ve farklı anlayış düzeyine sahip insanların kendi anlayış derecelerine göre bir anlam çıkarabilmelerini sağlamaktır. Bursevî ve İzzet Derveze de demişlerdir ki, böylesi temsilî anlatımlar, hem Allah’ın nurunun şiddetini ve kesafetini anlatmak hem kast edilen asıl manayı anlayışlara yaklaştırmak hem de idrak imkânını kolaylaştırmak içindir.

Bu ayette Allah’ın nuru, içerisinde yakılmış hâlde bir lamba bulunan somut bir mişkâta benzetilmiştir. Buradaki lambaya, esintilere karşı fitilin ucundaki alevi koruması ve ışığı daha toplu ve parlak olarak çevreye yansıtması için incimsi bir yıldız gibi son derece parlak bir cam/şişe geçirilmiştir. Lambanın fitilindeki alev ise, doğusu, batısı olmayan özel bir ortamda yetiştirilen zeytinlerden elde edilmiş oldukça saf ve parlak zeytinyağı ile beslenmektedir... Görülüyor ki, ayette takayı aydınlatan dört sembolden söz edilmektedir. Burada kast edilen, ayetin lafzındaki semboller olmadığına göre, acaba bunlarla anlatılmak istenen gerçek nedir? Allah Tealâ mişkat, misbah, el-misbah, zücac ve yağ ile neyi kast etmiş olabilir. Bunlardan her birisi insan ya da insanın dışındaki başka şeylere mi, yoksa insandaki bazı yetilere veya onlarla ilgili organlara mı işaret edilmektedir? Yukarıda da söylediğimiz gibi, müfessirlerimiz bu konuda, birbirinden farklı pek çok görüş ortaya koymuşlardır. Kuşkusuz onların hepsini burada nakletmemiz imkânsızdır. Haddizatında asıl maksadımız da bu değildir. O nedenle, biz bu konuda ileri sürülen ve çoğu da birbirinden nakil olan bu görüşlerin bilinmeleri için, önemli gördüğümüz tefsirlerden, yalnız bir kısmını özet hâlinde nakletmekle yetineceğiz.

Taberî’nin naklettiğine göre, İbn Abbas Ka’b el-Ahbar’a geldi ve: Bana “Meseli nurihi ke mişkât…” âyetinin anlamını söyle dedi. O da ayeti şöyle açıkladı: Mişkât, duvardaki penceresi olmayan oyuktur. Allah onu Muhammed’e teşbih etmiştir. Buna göre, Mişkât, Muhammed’dir. Oradaki Misbah  Muhammed’in kalbidir. Onun kalbi de zücace, yani göğsü içerisindedir. Muhammed’in göğsü ışık saçan bir yıldız gibidir. O konuşmasa da parlak bir yağ gibi etrafı aydınlatmaktadır.  Alusî de tefsirinde benzeri görüşleri nakletmiştir.

Übey b. Ka’b ise mişkât’tan maksat mümindir, demiş ve getirilen temsili şöyle izah etmiştir: Allah’ın, kalbine Kur’an’ı ve imanı koyduğu mümin, içinde lamba bulunan bir takaya benzetilmiştir. Buna göre mişkât, içerisinde Kur’an ve iman bulunan müminin göğsüdür, Misbah  oradaki Kur’an ve imandır, zücace kalbidir; içerisindeki Kur’an ve iman nuru ile orası öyle aydınlanmıştır ki, incimsi bir yıldız gibi parlamaktadır. Mübarek zeytin ağacı ise, yalnız tek olan Allah’a ihlâs ile ibadet etmeyi ve ona asla ortak koşmamayı ifade eder…

Fahruddin er-Razî’nin naklettiğine göre, sûfîlerden bazıları demişlerdir ki: Şanı yüce olan Allah, göğsü mişkâta, kalbi zücaceye, marifeti misbaha, misbahın yakıldığı ateşi (el-misbah) melaikenin ilhamına ve mübarek ağacı da melaikeye teşbih etmiştir.  Bazı müfessirler, el-misbah ile Kur’an, ez-zücâce ile müminin kalbi, mişkât ile onun ağzı ve dili, mübarek ağaç ile vahyin kast edilmiş olabileceğini söylerken, bazıları da: Mişkât’tan maksat göğüs, misbah’tan maksat kalp, zücac’tan maksat iman, yağ’dan maksat vahiy ve ilhamdır demişlerdir.

İsmail Hakkı Bursevî’ye göre, burada Kur’an söz konusu olduğu zaman, Misbah  Kur’an’dır, zücace müminin kalbidir, mişkât ağzı ve dilidir, eş-şeceretü’l-mübareke ise, vahiy ağacıdır ki, o mahluk da değildir, uydurulmuş da değildir.

İbn Sina bu âyetteki beş sembolü insan nefsinin idrak mertebeleri olarak değerlendirmiştir. Ona göre birinci mertebedeki mişkât, insan nefsinin küllî marifetlerin ve mücerret idraklerin kabule hazır bulunduğu boş hâlini temsil etmektedir. Buna “Heyulanî akıl” da denir. İkinci mertebedeki şecer ve zeyt, yaptığı terkiplerle nazarî ilimlerin elde edilebildiği bedihî ilimlerin/ilk makullerin bulunduğu idrak gücünü temsil eder. Bu mertebede nefis, ikinci derecedeki makulleri; eğer güçlü değilse düşünce /müfekkire ile, güçlü ise sezgi/hads ile elde eder. Bunlardan birincisi şecere-i mübareke, ikincisi zeytinyağı/zeyt ile sembolize edilmiştir. Üçüncü mertebedeki misbah, fıtrî zarurî ilimlerden nazarî ilimlerin kazanıldığı fakat bilfiil hazır bulunmayan; ancak sahibi istediği zaman elde edilebilen bilfiil aklı temsil etmektedir. Dördüncü mertebedeki alev/el-misbah, zarurî ve nazarî bilgilerin bilfiil hasıl olduğu ve “Müstefad akıl” diye de isimlendirilen aklı temsil etmektedir.

İmam Gazalî ise, Mişkâtu’l-Envar isimli eserinde ayetteki mişkât, zücac, misbah, şecer ve zeyt’ten her birisini, insanda mertebeler hâlinde bulunan beş ruh ile açıklamıştır. Gazalî’ye göre bu mertebeler şunlardır: Birinci mertebe, mişkât ile temsil edilen hassas ruh’tur. Bu ruh süt emmekte olan çocukta vardır. İkinci mertebe, zücac ile temsil edilen hayalî ruh’tur. Bu ruh duyuların getirdiklerini kaydeder, zamanında kendi fevkindeki aklî ruha sunar. Bu, gelişmesini belli bir dereceye kadar sürdürmüş ve gördüğü şeyi unutmayan çocukta ve bazı hayvanlarda vardır. Üçüncü mertebe, Misbah  ile temsil edilen aklî ruh’tur. Bu ruh özel insanlık cevheridir; his ve hayal dışında kalan makulleri idrak eder. Bu, çocuklarda ve hayvanlarda bulunmaz. Dördüncü mertebe, şecer ile temsil edilen fikrî ruh’tur. Bu ruh sırf aklî olan ilimleri alır, aralarında telifler, terkipler yapar, ondan nefis bilgiler çıkarır. Sonra elde ettiği iki neticeyi tekrar aralarında birleştirir, ondan da başka netice elde eder. Beşinci mertebe, zeyt/yağ ile temsil edilen kudsî ruh’tur. Bu ruh peygamberlere ve bazı evliyaya mahsustur…”

Ayetteki “La şerkıyyetin velâ ğarbiyye”, denilen yer ve ortam hakkında da müfessirler birbirinden farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Ebu’s-Suud bu görüşleri toplu hâlde şöyle sıralamıştır. Biz de ondan nakletmekle yetineceğiz:

- Güneş kendisine zaman zaman değil, gün boyunca düşmektedir…

- Bu ağaç geniş bir sahradadır ve Güneş ona iki hâlde de, yani hem doğarken hem de batarken düşmektedir. (Bu görüş İbn Abbas’a aittir.)

- Bu ağaç ne yalnız doğudan ne yalnız batıdan Güneş alır, hem doğudan hem batıdan; güneş doğarken de batarken de güneş alır. (Bu görüş Ferra ve Zeccac’a aittir.)

- Bu ağaç ne yeryüzünün doğusundadır ne de batısındadır; tam orta yerindedir ki, orası da Şam’dır.

- Bu ağaç ne tamamen güneş altında bulunup yanmaktadır ne de tamamen güneşten mahrum kuytu bir yerdedir.

- Sık ağaçlarla öyle kuşatılmış veya bol yapraklara öyle donatılmış bir ağaç ki, ona güneş doğarken de isabet etmemektedir, batarken de.

Bursevî’nin naklettiğine göre “La şarkıyyetin velâ ğarbiyye” ayeti, et-Te’vilatu’n-Necmiyye’de şöyle açıklanmıştır: “Lâ şarkıyye” Allah’ın zatı ve sıfatları gibi o da ezel ve kıdem şarkından değildir; “Velâ ğarbiyye”, cisimler âlemi ve suretler âlemi gibi sona erme ve tamamen yok olma garbından değildir. Belki de o, kendisi hakkında “son”nun söz konusu olmadığı ebedi bir mahlûktur.”

Görülüyor ki, görüşlerini naklettiğimiz bir kısım müfessirler, buradaki temsilî anlatımda her biri insan için birer hidayet kaynağı olarak zikredilen sembolleri birbirinden farklı şekillerde açıklamışlardır. Sahabeden bazıları, bu beş sembolden mişkât’ın Hz. Muhammed’e veya mü’mine ya da göğüse teşbih edildiğini söyleyip oradaki Misbah  ile Hz. Muhammed’in veya müminin ya da göğüslerin kast edildiğini söylemişlerdir. Bazı müfessirler sahabenin görüşlerini paylaşırken bazıları da göğsün mişkât’a, kalbin zücace’ye, marifetin misbah’a, kalbe ilhamı getiren melâikenin de yağ’a tekabül ettiğini söylemişlerdir. Sadece İbn Sina ve Gazalî, mişkât ile orayı aydınlatan lamba arasında bütüncül bir ilişki kurmuş ve bunlardan birincisi, buradaki sembolleri bir bütün hâlinde, insanın idrak mertebeleriyle izah etmiş; ikincisi de sembollerden her birini gelişmekte olan insan ruhunun beş mertebesini temsil ettiğini söylemiştir. Bir makalenin boyutlarını aşacağı için biz burada bu görüşleri teker teker ele alıp değerlendirmeye tabi tutmayacağız…

Denilebilir ki, burada görüşlerini naklettiğimiz müfessirlerin hepsi, bu ayetteki “Allah’ın nurun”dan maksadın Allah’ın insana hidayeti olduğu konusunda müttefikdirler, ancak bunlardan hiç birisinin, insan ile hidayet, mişkât ile de oradaki lamba düzeneği arasında aydınlanan ve aydınlatan ilişkisini tam olarak kurup da her biri diğerinden daha parlak olan ışıklarla kast edilen gerçekler, yani Allah’ın insana lütfettiği hidayetin ne olduğu ve mahiyeti hakkında apaçık delillerle temellendirilmiş bir fikir ortaya koyduğunu söylemek pek mümkün gözükmemektedir. İbn Sina ile Gazalî, hidayet ile akıl ve idrak arasında bir ilişkiden söz etmişler, fakat Allah’ın insanlara hidayeti hakkında bütüncül bir anlayışı, tam olarak ve sağlam delillerle ikna edici bir biçimde açıklamış değiller. O nedenle, yukarıda naklettiğimiz görüşlerden her biri, ayette belirtilmek istenen hakikatin ancak bir kısmını metne uygun bir biçimde tespit etmiş, fakat kast edilen asıl mana, bize göre, bir bütün hâlinde ve tam olarak izah edilebilmiş değildir. “La şerkıyyetin velâ ğarbiyye” hakkındaki görüşlerin de açık, net ve tutarlı olduğunu söyleyemeyiz...

IV. Ayet Hakkındaki Değerlendirmemiz

Biz bu ayetteki teşbihî anlatımda benzeyen ve benzetilen ilişkisinden hareketle, Übey b. Ka’b’ın da yukarıda söylediği gibi, bir önceki (34): “Andolsun ki Biz size açıklayıcı ayetler, sizden önce gelip geçmiş topuluklardan örnekler ve Allah’a karşı gelmekten titizlikle sakınan gerçek müminlere öğütler indirdik!”  ayetini ve 35 ayetin başında “Allah’ın nuru,” sonunda “Allah, dilediği kimseyi hidayetine kavuşturur...” ve “Allah insanlar için örnekler verir.” ifadelerini göz önünde bulundurarak Allah’ın insana bahşettiği hidayetini, her biri bir öncekinden daha üstün olan dört farklı ışık ile yol göstermesi ve rehberliği olarak değerlendirdik. Böylece, tabiatı icabı karanlık olan duvardaki oyuğun/lambalığın, mükemmel bir lamba düzeneğiyle aydınlatıldığı gibi yüce Allah’ın da Âdemoğullarını, enfüsî ve afakî karanlıklara karşı içten ve dıştan aydınlatıcı ışık kaynaklarıyla aydınlatmış olduğu kanaatine vardık. Bu anlayışımıza göre, ayetin lafzındaki sembollerden her biri, kökeni itibariyle birer ilahî bilgi kaynaklarına delâlet etmektedir. İnsan, ancak bu bilgi kaynakları ile başta kendisi ve vacibü’l-vücut olan yüce yaratıcısı; O’nun zatının yüceliği, emsalsiz sıfatlarının üstünlüğü olmak üzere, tüm kâinatı tanıyacak ve kendisini ebedî mutluluğa götürecek yolu seçebilecektir. Şayet, Allah insanoğlunu dünya hayatında böylesi bilgi kaynaklarıyla donatıp uyarmamış olsaydı, ömrünü gaflet içerisinde geçiren her insan, ahirette hesaba çekileceği zaman: “Benim bu konuda hiç bir bilgim yoktu…” deme mazeretine sığınabilecekti. Nitekim Allah Tealâ, - aşağıda A’raf suresinin 172 ve 173. ayetlerine istinaden açıklanacağı üzere - yaratılışının henüz başlangıcında iken her insanın ilk hücresine/sperm yönelttiği “Elestü bi rabbikum?” hitabı ve ondan aldığı “Belâ…” yani “Evet, Sen bizim rabbimizsin ve şahit olduk.” cevabıyla kendisinin âlemlerin; özellikle de insanların rabbi olduğunu tanıtmıştır…

Ayrıca insan, aklı ve irade özgürlüğü sebebiyle diğer varlıklara nazaran ayrıcalıklı olarak yaratılmış üstün bir varlıktır. O, bu imtiyazlı konumu sebebiyle dünya hayatında Allah’a karşı kulluk  ve emanete riayet göreviyle yükümlü tutulmuştur.  İşte, insanın, kimin daha iyi iş yaptığının bilfiil sınanıp görülmesi  ve herkesin ahiretteki yerini kendi eliyle kazanması; hiç kimsenin en ufak bir haksızlığa uğratılmaması amacıyla dünya hayatına getirilmiş olması  ve sınır tanımayan nefsî arzuları, İblis/Şeytan ve hayatın insanı baştan çıkartıcı cazibesi karşısında yüce Rabb’i tarafından bir takım bilgi ve uyarı vasıtalarıyla donatılması gerekliliğini de ortaya çıkarmıştır. Biz bu gerekçeleri de göz önünde bulundurarak, bu ayetteki mısbah, el-mısbah, zücac ve yağ gibi dört sembol ile kast edilenlerin Allah’ın insana bahşettiği dört bilgi kaynağı ve onlarla “Sırat-ı Müstakim”e delalet etmesi olduğu kanaatine vardık. Bu kanaatimizi, yaşadığımız çağda kullanılmakta olan bir lamba örneği ile somut bir biçimde şöyle te’vil etmekteyiz:

 1. Ayetteki Sembollerin Te’vili ve Allah’ın İnsana Dört Hidayeti

Öncelikle bilinmelidir ki, Allah Tealâ, bu ayette söylemek istediği asıl manayı daha açık ve etkili bir biçimde ortaya koymak için edebî sanatlardan hem teşbihî/metaforik, hem sembolik hem de hayalî/tahyilî anlatım biçimlerini kullanmıştır. Buradaki metaforik/teşbihî ifade biçimine göre, Allah insanı aydınlatmasını, lamba, lambadaki alev, alevi koruyan ve ışığını daha parlak olarak yansıtan incimsi bir yıldız gibi cam/şişe ve özel bir ortamda yetiştirilmiş mübarek zeytin ağacından elde edilen son derece saf ve parlak bir zeytinyağı ile, yani üst üste yığılmış ve her biri diğerinden daha parlak ışık kaynaklarıyla mişkâtın aydınlatılmasına benzetmiştir. Bu benzetmede lamba, alev, cam/şişe ve zeytinyağı, ayette kast edilen soyut manayı somut bir biçimde anlatmak için kullanılmış birer semboldür… Lamba şişesi ile yağ ise, misal âleminde mevcut olmayan ve her biri, ancak hayal edilebilecek cinsten fenomenlere teşbih edilmişlerdir. Meselâ; incimsi veya inci cinsinden bir yıldız, şu evrende henüz keşfedilmiş değildir. Doğusu, batısı, güneyi ve kuzeyi almayan bir ortam ve her an güneşten tam olarak enerji alan bir zeytin ağacı da kâinatta mevcut değildir. Bunlar, ancak hayal âleminde tahayyül edilebilir cinsten fenomenlerdir… Şüphe yok ki, bu ayette edebî sanatlardan teşbih, temsil ve tahyilî teşbihin  birlikte kullanılmış olması, pek çok müfessirin de ifade ettiği gibi, Allah’ın insana bahşettiği hidayetinin ne derece yüce ve ne derece emsalsiz ve muazzam olduğunu ifade etmek içindir.

Ayetteki, “Allah’ın nurunun örneği, içinde lamba bulunan bir mişkât gibidir.” ifadesi burada anlatılmak istenen şeyin lafızdaki mana olmadığı; her sembolün, doğrudan anlatımın ifade edemeyeceği yüce bir hakikate işaret etmekte olduğunu yukarıda da söylemiştik. Şimdi biz bu sembolleri teker teker ele alarak metne ve bağlamına en uygun te’vili ortaya koyabiliriz.

a) Mişkât

Mişkât, lamba ya da çerağ konulmak için duvarda açılmış olan oyuk, niş; diğer adıyla lambalık; bazı yörelerde bu taka adı verildiği de bilinmektedir. Bu ayette mişkât, insanı sembolize etmektedir. Mişkât, içerisinde yanar hâlde lamba bulunmadığı zaman, tabiatı icabı karanlıktır. Orası, ancak fitili alevlendirilmiş bir lamba ile aydınlığa kavuşturulur. İnsan da tıpkı mişkât gibidir; kendisinde onu aydınlatacak bir lamba, reel bir ifadeyle faal hâlde bir akıl bulunmadığı sürece aydınlanmış değil, bilgisizliği sebebiyle karanlık sayılır. Sözgelimi; aklı ermeyen bebekler, düşünmeyen yetişkinler, bunamış yaşlılar ve deliler böyledirler… Kendilerine peygamber gönderilmemiş ya da hiç peygamber sesi işitmemiş olan toplumlar da fizik âlemi hakkında bilgi sahibi olabilirler, ama metafizik âlemler hakkında mutlaka aydınlatılmaya muhtaçtırlar…

 b) Mısbah

Mısbah, mişkâta konulmuş ve fitili tutuşturulmamış lamba, henüz reşit olmamış, dolayısıyla aydınlanmamış olan insan bedenini sembolize etmektedir... Yağıyla, fitiliyle kafese geçirilmiş olan şişesiyle mişkâtta hazır bulunan bir lamba, potansiyel bir ışık kaynağıdır. Lamba yakıldığı zaman, az önce de söylediğimiz gibi, orası karanlık vasfından çıkıp aydınlanacaktır. Ama fitili ateşlenmediği sürece o lambanın mişkâta hiçbir faydası olmayacaktır; içerisindeki lambaya rağmen, yine de karanlık olacaktır. İnsan bedeni de tıpkı mişkâtta yakılmaya hazır bulunan tam bir lamba gibidir; yakılmamış olsa da o, boş değildir. Onda, aklın faaliyete geçmesi ve tefekkürü sonucu açığa çıkacak olan ilâhî bir ışık vardır. O ışık oraya “Elestü bi Rabbikum?” “Kalû: belâ” sözleşmesiyle nakşedilip yerleştirilmiştir. Buna Kur’an’da din ve fıtrat adı verilmiştir.  Bu fıtrat ya da fıtrî dinin, insan bedenine konuluşu, A’raf suresinde şöyle açıklanmıştır:

“Hani Rabbin, Âdem oğullarının bellerinden zürriyyetlerini (tohumlarını /spermlerini) almış ve onları kendilerine şâhit tutarak: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ demişti. Onlar da: ‘Evet, sen bizim Rabbimizsin, biz buna şahit olduk’ demişlerdi ya! İşte Biz bunu, Kıyamet gününde: ‘Bizim bundan haberimiz yoktu demeyesiniz veya: ‘Daha önceleri babalarımız Allah’a ortak koştular; biz de onlardan sonra gelen bir nesiliz (ve onlara uyduk…); şimdi Sen, haktan saptıranlar yüzünden bizi helâk mi edeceksin?’ demeyesiniz diye yaptık.”

Bu konunun kısaca izahı şudur: “Rabb’in Âdemoğullarının bellerinden tohumlarını almış…” cümlesinden anlaşılıyor ki, Allah, ayetteki bu akd-i fıtrîyi, yani ezeli sözleşmeyi babanın belinden alınan tohum/sperm üzerinde gerçekleştirmiştir.  Meşhur müfessirlerimizden Elmalılı Hamdi Yazır demiştir ki: “Bu akit emrî, kavlî, kelâmî mahiyette bir misak değil, bir kuvve-i mârifetin tekvin ü tekevvünü manasına bir akdi fiilî demektir…”  Bizce de sembolik bir ifade ile anlatılan bu akit, bir bilgi olarak insanın genine işlenmiş olabilir. Ancak Elmalılı’nın da söylediği gibi, bunun sözlü ya da yazılı bir akit olmadığı muhakkaktır. Her insanda Allah’ın özel bir nuru ve hidayeti olan bu varoluşsal bilgi, spermlerin yaratılış sürecinde, keyfiyeti bizlerce meçhul bir biçimde yapısına yerleştirmiş olabilir. Tıpkı duyu organlarının belli mahsusatı algılama özelliklerine sahip yaratılmaları veya bilginin, bir et parçası olan beyine bir biçimde yerleşmesi gibi… Yaratılışın başlangıcında insanın genine yerleştirilen bu bilgi, Kur’an’daki ifadesiyle “Fıtrî Din,” hücrelerin bölünerek çoğalmaları ve “Her cüz, bütünün özelliklerini taşır” genel kuralı sebebiyle, şu anda o ilk akit, inanan ve inkâr eden her insanın tüm hücrelerinde mevcudiyetini korumaktadır. Yetişkin ve akl-ı selim sahibi her insan, hayatının herhangi bir noktasında: “Ben neyim ve nasıl var oldum?” şeklinde, kendi varlığı hakkında birbirini takip eden sorular sorarak düşünmeye başladığı an, çevrede görülen diğer varlıklardan alınan ibretlerle bedenindeki tevhid olgusu derhal beyine ve kalbe doğru akmaya başlayacaktır... İşte bu yüzden Hz. Peygamber: “Her doğan, islâm fıtratı üzere doğar...” demiştir...  Bu gerekçelerle diyebiliriz ki, bu fıtrî yapı her insanda Allah’ın özel bir nuru olarak mevcuttur.  “Allah’ın yaratmasında ise, hiçbir değişiklik yoktur.” Nitekim şu ayetin de aynı şeyi söylediği kanaatindeyiz: “(Resûlüm!) Şimdi sen, bir hanif olarak yüzünü dine; Allah’ın insanları yarattığı fıtrata çevir! Allah’ın yaratmasında değişiklik olmaz. İşte, sağlam din budur, fakat insanların çoğu bilmezler.”

Ez cümle diyoruz ki, mişkâttaki yanmaya hazır lamba, bu ayette insandaki fıtri din anlamında kullanılmıştır.

 c) el-Misbah

el-Misbah, bir önceki misbah kelimesiyle aynı anlamdadır. Ayette isim olarak ikinci defa kullanılmış olması; birincisinin bütün halinde bir düzenek olarak aydınlatıcı büyük bir lamba, ikincisiyle de fitilin ucundaki alevin, yani fiilî anlamda gerçek bir aydınlatıcının kast edilmiş olma ihtimali büyüktür. Nitekim Alusî ve İzzet Derveze gibi bir kısım müfessirler de aynı düşünce ile birincisini potansiyel ışık kaynağı olarak lamba/sirac, fitilin ucundaki alevi de karanlığı dağıtan ve ışığıyla etrafındakileri açığa çıkaran ziya/ışık anlamında değerlendirmişlerdir.

Burada gereç ışığı ifade eden el-misbah, yani fitildeki alev, lambayı lamba yapan ve onu fonksiyonel hale getiren en önemli/aslî unsurdur. O olmadığı zaman, lambanın da amacına uygun hiçbir anlamı olmaz. Bu ayette el-misbah, insandaki aklı sembolize etmektedir. Akıl ise, insanı insan yapan en temel ve biricik hassasıdır. Tıpkı fitilin ucundaki alev gibi, aklın olmaması da insanı anlamsız kılar. İnsana insan vasfının verilmesi, yeryüzünde Allah’a halife tayin edilmesi,  göklerin, yerin ve dağların kabul etmedikleri emanetin ona tevdi edilmesi,  yaptıklarından sorumlu kılınması… Hasıl-ı kelâm, insandaki tüm yükümlülükler ondaki akıl sebebiyledir. Zaten aklı olmayanın dini de sorumluluğu da olmaz… Allah’ın insana lütfettiği en önemli nimeti ve hidayeti, muhakkak ki akıldır. Ancak akıl, hem sınırlıdır hem de yanılma ya da yanıltılma özelliğine sahiptir. İmam Gazalî, Mişkâtü’l-Envar isimli eserinde aklı, beş duyu ile idrak sisteminin sağlıklı bir biçimde işlemesi sonucu kalpte gerçekleşen tasdik olarak tarif eder… Demek ki, beş duyu ve zihinsel faaliyetler sağlıklı bir biçimde işlemezlerse, akıl zaafiyete uğrar. Aklın iki önemli zaafiyetinden söz edilir. Bunlardan birincisi, şahsın kapıldığı bir takım evham ve hayal perdeleriyle devre dışı bırakılabilme özelliği, ikincisi idrak kapasitesinin fizikî âlemle sınırlı olmasıdır. O hâlde, aklın tam kapasite ile işletilebilmesi için mutlaka haricî ve ilâhî bir desteğe ve korumaya ihtiyacı vardır! O destek ise, peygamber ve onun vasıtasıyla gelecek olan ilâhî kitaptır.

 d) Zücace

Hem fitilin ucundaki alevi koruyucu, hem de ışığı daha parlak ve aydınlatıcı kılan incimsi yıldız misali parlak cam/lamba şişesi,  bu ayette peygamberi sembolize etmektedir. Peygamber ise, aklı vahiy ile desteklenmiş ve korunmuş olan en seçkin insandır. Allah’ın insana bahşettiği dört hidayetten en önemlisinin akıl olduğunu söylemiştik. En güçlüsü, en aydınlatıcısı ve en güveniliri ise, hiç şüphe yok ki, peygamberdir. Zira her peygamber, seçilmiş en akıllı insandır; ayrıca fetanet sahibi olup insanlar içerisinde idrak kapasitesi en üstün olanıdır; sıdk ve emanet sahibi olduğu için de insanların en doğru sözlüsü ve en güveniliridir. Tüm bu üstün meziyetlerinin yanında peygamberler, Allah’ın bahşettiği hüküm, hikmet ve kitap ile de desteklenmişlerdir. Ayrıca onlar, risalet görevleri devam ettiği sürece yüce Allah ile vahiy ilişkisi içerisindedirler. Onların akılları asla bir takım evhamlar ve hayal ürünü bozuk ümniyyelerle yanılmaz ve yanıltılamazlar. Şayet yanılacak ya da yanıltılacak olurlarsa, mutlaka vahiy tarafından uyarılır; böylece yanılgıdan korunmuş olurlar. Onlardaki masumiyet vasfı bu anlama gelmektedir… Peygamberler, diğer insanlardan farklı olarak, doğrudan doğruya Allah’tan aldıkları fizik ve metafizik, diğer bir ifade ile şahadet ve gayb âlemlerine ait saf ve doğru bilgilerle mücehhez oldukları için onlar, hem kendileri münevver hem de başka insanları aydınlatma kabiliyetine sahiptirler. Peygamberlerden her biri, sanki etrafa ışık saçan birer kandildirler; Kur’an’daki ifadesiyle “Aydınlatıcı bir siraç”tırlar. Nitekim Allah Tealâ, Nebisi Hz. Muhammed’e bir ayetinde şöyle hitap etmiştir: “Ey Peygamber! Şüphesiz Biz seni bir şahit, bir müjdeci, bir uyarıcı, izni ile Allah’a çağırıcı ve aydınlatıcı bir siraç (lamba/kandil) olarak gönderdik.”

“Bu adetimiz üzere Biz sana emrimizden bir ruh vahyettik; bundan önce sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Sonra onu kullarımızdan dilediğimiz kimseyi hidayete erdirdiğimiz bir nura çevirdik. Şüphe yok ki sen de Sırat-ı Müstakim’e erdirirsin.”

Belki de bu yüzden, İslâm’da peygamber göndermek mükellefiyette esas kabul edilmiş; peygamber gönderilmeyen ya da tebliğin ulaşmadığı bir topluma/kimseye hiçbir sorumluluk ve ceza öngörülmemiştir...

 e) Yağ

Doğusu, batısı (güneyi ve kuzeyi) olmayan, dolayısıyla günün her anında güneşten bol bol enerji alan hayali bir zeytin ağacının  son derece kaliteli ve harika zeytinlerinden elde edilecek en üstün evsaftaki parlak yağı, bu ayette vahyi, peygamberlere indirilen sahifeleri ve kitapları sembolize etmektedir. Burada vahiy, “Görüleni de görülmeyeni de bilen...” ve her şeyin yaratıcısı, yöneticisi ve sahibi olan yüce Allah’tan gelen kesin ve doğru bilgiyi ve hikmeti içerir. Diğer bir ifade ile vahiy, asılları itibariyle, daha önce peygamberlere verilen Suhuf’lar, Tevrat, Zebur, İncil ve “Hakk olarak (aslî hüviyetiyle) indirilmiş ve hakk olarak (aslî hüviyetiyle) inmiş”  olup hâlâ aslî hüviyetini korumakta olan Kur’an-ı Kerîm  demektir... Nitekim Allah’ın şu ayetleri de Tevrat’ın ve Kur’an’ın apaçık birer nur olduğunu net olarak ifade etmektedirler: “De ki: Musa’nın bir nur ve insanlara bir rehber olarak getirdiği Kitab’ı kim indirdi?”  “Allah’a, Resûlüne ve indirdiğimiz şu nura iman edin!”  “Size Rabb’inizden bir bürhan geldi, size apaçık bir nur indirdik.”

Evet o nur, özellikle en son ilahi kitap olan Kur’an-ı Kerim, Hz. Peygamber’den sonra Allah’ın koruması altında “Hakk” vasfı ile aslî varlığı devam eden ve kıyamete kadar da devam edecek olan ebedî bir hidayettir; aklın eşsiz ve emsalsiz kılavuzudur. Hz. Muhammed’in vefatından sonra Kur’an-ı Kerim, hem vahyin kılavuzluk görevini hem de “En son Peygamber”in rehberliğini/sünnetini temsil etmektedir…

Son tahlilde diyebiliriz ki, mişkât’taki lamba, fitilin ucundaki alev, kafese geçirilmiş ve inci cinsinden bir yıldız gibi parlayan zücace ve haznedeki etrafı aydınlatacak derecede saf ve parlak zeytinyağı ile bir mişkâtın aydınlatıldığı gibi, Allah da her insanın fıtratında sahip olarak doğduğu fıtrî din, yalnızca insana özgü olarak lütfettiği akıl, her kavme gönderdiği peygamber ve peygamberlere indirdiği vahiy/kitap ile Âdemoğluna birbirinden üstün dört aydınlanma imkânı, emsalsiz dört hidayet bahşetmiştir.

 “Nur üstüne Nur…”

Buradaki lamba, lambadaki alev, alevin ışığını daha parlak ve toplu bir biçimde koruyup yansıtan son derece şeffaf lamba şişesi ve lambadaki alev kadar parlak ve aydınlatıcı saf ve berrak zeytinyağı ile küçük bir oyuk nasıl ışık üzere ışık ile aydınlatılıyorsa, tıpkı bunun gibi, Allah da fıtrî din, akıl, peygamber ve vahiy /Kitap gibi her biri bir öncekinden daha üstün ve aydınlatıcı ilahî hidayet rehberleriyle insanoğlunun zihnini ve yolunu “Nur üstüne nur…” ile aydınlatmıştır...

Te’vilini yaptığımız zaman aynı pasaj içerisinde yer alan, birbirine bağlı şu iki ayetten ikincisinin de, bizim burada açıklamaya çalıştığımız manayı desteklediğini ve aynı konuya “Karanlık üzere karanlık” metaforuyla açıklık getirdiğini görmekteyiz:

وَالَّذِينَ كَفَرُوا أَعْمَالُهُمْ كَسَرَابٍ بِقِيعَةٍ يَحْسَبُهُ الظَّمْآنُ مَاء حَتَّى إِذَا جَاءهُ لَمْ يَجِدْهُ شَيْئًا وَوَجَدَ اللَّهَ عِندَهُ فَوَفَّاهُ حِسَابَهُ وَاللَّهُ سَرِيعُ الْحِسَابِ. أَوْ كَظُلُمَاتٍ فِي بَحْرٍ لُّجِّيٍّ يَغْشَاهُ مَوْجٌ مِّن فَوْقِهِ مَوْجٌ مِّن فَوْقِهِ سَحَابٌ ظُلُمَاتٌ بَعْضُهَا فَوْقَ بَعْضٍ إِذَا أَخْرَجَ يَدَهُ لَمْ يَكَدْ يَرَاهَا وَمَن لَّمْ يَجْعَلِ اللَّهُ لَهُ نُورًا فَمَا لَهُ مِن نُّورٍ?

“İnkâr edenlerin amelleri, susuz kimsenin su zannederek yanına koştuğu, fakat hiç bir şey bulamadığı çöldeki bir serap gibidir! Üstelik o, yanı başında Allah’ı bulur, O da onun hesabını tastamam görür! Allah hesabı çabuk görendir. Yahut da bir dalga, onun üstünden ikinci bir dalga ve onun üstünden de bir bulutun kapladığı okyanusun dibindeki karanlıklar gibidir; evet, üst üste yığılmış karanlıklar... Kişi elini çıkarsa, neredeyse onu bile göremeyecektir… Allah’ın nurundan yararlanmayan kimse için başka bir nur nereden olsun ki?” (Nur, 24/39, 40)

 2. Ayetin Te’vili

Denilir ki: “Aklın/kalbin birinci görevi, Rabb’ini tanımak, ikincisi ise insanı sevmektir.” Rabb’ini tanımayan, insanı sevmeyen akıl, demek ki aydınlatma görevini yapma imkânı bulamadığı için sahibini karanlıklara mahkûm etmiştir! Bu 40. ayetteki, Rab’lerini tanımayan inkârcıların “Karanlık üzere karanlık” ile ifade edilen durumları; 35. ayete kıyas edildiğinde şöyle bir sonuca ulaşılabilir: İnsanı kuşatan dünya hayatı “Engin bir deniz/okyanus gibidir.” İnsanın, “Elestü birabbiküm” hitabıyla genlerine yerleştirilmiş olan “Fıtrî din”den yararlanmamasının verdiği körlük, denizin dibindeki kendi karanlığıdır. Yine fıtrî olan aklından gerektiği ölçüde yararlanmamasının verdiği körlük, denizin üstündeki birinci dalganın vücuda getirdiği karanlıktır. Fıtratın ihtiyacı sebebiyle insanın istek ve iradesiyle yönelmesi gereken peygambere sırt çevirmesi ve onun uyarılarına kulak asmamasının verdiği körlük, ikinci dalganın yüklediği karanlığıdır. Aynı saik ile yönelmesi gereken vahye kulak vermemesinin ve onun kılavuzluğundan yararlanmamasının verdiği körlük ise, denizi kaplayan yağmur bulutlarının karanlığıdır. İşte, Cenab-ı Allah’ın bahşettiği dört hidayetten yararlanmayan insan için dördü de “Üst üste yığılmış karanlıklar...” Evet, Allah’ın bahşettiği fıtrî din, akıl, peygamber ve vahiy’in kadrini bilmeyen inkârcı kişi, üst üste yığılmış dört karanlıkla çepe çevre kuşatılmış vaziyettedir... “Allah’ın lütefettiği bu dört nurundan yararlanmayan kimse için, artık aydınlanacağı başka bir nur yoktur!”  “Onların kalpleri var anlamazlar, onların gözleri var görmezler, onların kulakları var işitmezler: onlar, tıpkı hayvanlar gibidirler, belki de daha aşağıdırlar…”

Üst üste dalgaların, onların üzerinden de yoğun bulutların kapladığı bir okyanusun dibindeki adamın hâlini kıyasla...

 “Allah’ın bahşettiği bu dört nurundan yararlanmayan kimse…” aklını kullanmadığı; şahsını ve Rabb’ini hiç düşünmediği için kendisindeki fıtrî din, yani mişkat’taki lamba alevlenmemiştir. Fitili ateş ile buluşturup lambayı yakmamak demek şahsın kendisini karanlıklara gömmesi demektir. Lambanın fitili ateşlenmeyince, artık ona ne üzerine oturtulan incimsi yıldız gibi parlak bir şişenin ne de haznedeki fitili besleyecek harika yağın bir yararı olacaktır! Dolayısıyla böyle basiretsiz bir kişi için peygamber de bir anlam ifade etmeyecek, vahiy de… Allah’ın bahşettiği ve gerçekten de nur üzere nur olarak nitelendirdiği dört hidayet kaynağından yararlanmayan insan, tüm aydınlanma kanallarını tıkamış olmakla kalmaz, üstelik bedensel isteklerinin, yani şehevî ve gadabî arzularının da tutsağı hâline gelir... Faraza bu adam, bir an kendisini düşünüp de “Ben neyim?” diyecek olsa, belki de inançlarına, gönlünü kaptırdığı süfli hayata ve yaşayış tarzına baktığında, neredeyse kendisini bile tanınmayacak hâlde görür! İmam Gazalî der ki: “Karanlık, ademiyettir; karanlıklara gömülmek de tamamen yok olup gitmek demektir…” Akıl gibi ilâhî bir lütuftan yararlanmayan kimse, aklı, gözü ve kulağına rağmen,  kendisini ölüler arasında;  belki de diri diri kabre gömenler  arasında bulur… Galiba insanın nefsini “esfel-i sâfiline” atması da böyle olmaktadır…

3. “Allah dilediği kimseyi nuruna kavuşturur…” İlkesi

Zemahşerî, başlık yaptığımız bu ayeti: “Allah, kullarından akıl gözüyle bakıp nefsinin insafıyla düşünen ve O’na ulaştıran caddeden sağa sola sapmadan yürüyen kulunu hidayette muvaffak kılar.”  Şeklinde tefsir etmiştir. İsmail Hakkı Bursevî ise: “Allah, matluba kesin olarak ulaştıracak olan bu üst üste yığılmış muazzam ve harika nuruna, özel hidayetine, ancak kullarından isteyen kimseyi eriştirir…”  demiştir. Her iki müfessirimiz de bu görüşleriyle hidayet talebinin ve ona yönelişin kuldan, eriştirip onda muvaffak kılmanın ise, Allah’tan olduğu görüşünde birleşmişlerdir. Biz de aynı düşünceleri paylaşıyor ve bu ayetin iki yönlü izah tarzının olduğunu düşünüyoruz:

Birinci izah tarzı şudur: Kur’an’da: “Âlemlerin Rabb’i Allah dilemediği sürece, siz hiç bir şey dileyemezsiniz!”  denilmiştir… Yine denilmiştir ki: “Bizim Rabb’imiz, her şeye fıtrî yapısını veren sonra da ona yol gösterendir.”  Bu ayet şöyle anlaşılmıştır: “Evrendeki her şey, mahiyeti içerisine yerleştirilmiş kanunlar muvacehesinde hareket ettiği için evren ister-istemez müslim’dir.  Allah’ın iradesine kayıtsız şartsız boyun eğip teslim olmuştur... Kur’an açısından bu durumun tek istisnası insanlar ve cinlerdir. Çünkü onlar, Allah’ın emrine uyup uymamakta tercih yapma ve iradelerini kullanma yetisine sahiptirler.”  Bu demektir ki, insanların ve cinlerin dışındaki tüm yaratılmışlar, yaratılışları icabı Allah’a kayıtsız şartsız boyun eğmiş durumdadırlar; her biri, hangi amaçla yaratılmış ve nasıl bir görevi icra etmek üzere donatılmışsa, sadece onu yapar...  Çünkü onlara akıl, irade ve tercih kabiliyeti verilmemiştir... Ama insan, yetişkinlik çağına girdiği andan itibaren, kendi cüz’i iradesinde ve eylemlerinde serbesttir; yapıp ettiklerinden sorumlu tutulmak kaydıyla, her istediği şeyi yapmakta hürdür. Fakat hiçbir insan, aklını, tercihini ve hür iradesini kullanırken bile, fıtratı icabı, asla Allah’tan bağımsız da değildir; Allah’a rağmen ne bir şey yapabilir ne de dileyebilir. Meselâ; doğarken, yaşarken ve ölürken insanın kendi iradesi ve tercihi söz konusu değildir. Canlı bir organizma olan insan bedenin varlığı, işleyişi, organlarının ve onları oluşturan hücrelerinin işlevsel olarak varlıklarını devam ettirmeleri, hep Allah’a; O’nun sürekli yaratmasına bağlıdırlar. Allah olmadan, O’nun kusursuz yaratma süreci ve iradesi devam etmeden hiç bir canlı veya hiç bir organ varlığını ve işlevini sürdüremez! Allah istediği an, canlı organizmayı durdurma kudretine de sahiptir... O nedenle insanın, iradeli ve iradesiz olarak gerçekleştirdiği eylemlerinin tamamının bağlı bulunduğu fizyonomik ve biyolojik yapısı, Cenab-ı Allah ile ve aynı zamanda O’nun izni anlamına gelen işlevlerini sağlıklı bir biçimde yapabilme durumu ile her an ontolojik açıdan ilişki içerisindedirler. Bu ilişkinin bir anlığına da olsa kopması organizmanın canlılığını yitirmesi demektir… Binaenaleyh, bir şeyi dilemek ve yapmak, öncelikle Allah’ın insandaki dilemek ve yapmakla ilgili organizmayı/sinir sitemini, diğer bir ifade ile alt yapıyı mükemmel bir biçimde yaratması ve kulun iradesi hâlinde, o sistemin sağlıklı bir biçimde çalışacak durumda hazır bulundurması esasına bağlıdır… İşte bu yüzden, önce her insanın kendi varlığı, varlığının sağlıklı bir biçimde devamı ve iradesi doğrultusunda çalışacak olan organizmasının/sinir siteminin düzenli bir biçimde işlevini yerine getirecek hâlde hazır bulunması Allah’ın yaratmasına, sonra da insanın dilemesine ve dilediği şeyi eyleme geçirme azmi ve kararlılığına bağlıdır! Hidayet ve dalâlet konusu da böyledir... Tıpkı, Ebu’s-Suud’un dediği gibi, her türlü irade ve eylemlerimizin olduğu gibi, hidayetin de menat ve melâki, yani kaynağı ve sahibi yüce Allah’tır ve ancak O’nun dilemesi ile gerçekleşme imkânı bulur.

İkinci izah tarzı ise şöyle olabilir: Öncelikle biliyor ve inanıyoruz ki, “Allah her şeye güç yetirir.”  “Hiçbir kimse O’nu (yapmak istediği bir şeyi engelleyip) aciz düşüremez!”  “O bir şeyin olmasını istediği zaman, yapacağı iş sadece ona ol demektir; o da hemen oluverir. Çünkü her şeyin mülkiyeti ve hükümranlığı O’nun elindedir.”  Hiç bir kudret, O’nun yapmak istediği şeye mani olamaz…  O mutlak güç ve kudret sahibidir; O’nun yapamayacağı hiçbir şey yoktur! Bizim, acizâne, Allah’ın iradesi ve kudreti hakkında bilgimiz ve inancımız budur. Ancak şunun da Allah hakkında ilkesel bir gerçek olduğunu düşünmekteyiz: Dünya ve ahiretin yaratılış amacı  ve Allah’ın adalet prensibi sebebiyle iman ve küfür, başka bir ifade ile hidayet ve dalâlet; her ikisi de kulun kendi hür iradesi ve kararlılıkla gerçekleştirdiği eylemlerinin bir sonucudur. Allah tüm insanların iyiliğini ve hidayetini istemiş, onlara fıtrî din, akıl, peygamber ve vahiy gibi emsalsiz dört mükemmel ışık ile aydınlanma imkânını bahşedip iradeleri doğrultusunda kendilerini serbest bırakmıştır. Ancak, hayrına olacağı için denilebilir ki, imana teşvikin her çeşidini kullarının önlerine sermiş; küfre/dalâlete mani olacak tüm tehditleri de peygamberleri ve indirdiği kitapları vasıtasıyla dehşet verici bir üslûpla kendilerine duyurmuştur. Tüm bu gerçeklere rağmen, O hiç kimseyi, istemediği hâlde ne hidayete zorlar  ne de dalâlete mecbur eder! “Artık dosdoğru yol ile sapıklık apaçık ortaya konulduktan sonra, dinde zorlama olmaz!”  Kaldı ki, zorlama sonucu “İman ettim.” veya “İnkâr ettim.” sözleri, imanın da inkârın da doğasına  aykırı olduğu gibi yaratılış amacına  da terstir. Bu yüzden Allah insanları hayra teşvik eder, ama şerre rıza göstermez… Ancak kul hayrı isteyip o konuda azim ve kararlılıkla iradesini eyleme geçirirse, Allah da onun istediği hayrı gerçekleştirmesine kalbî ve biyolojik imkânları açısından izin verir, yönelişinden dolayı memnuniyetinin bir tecellisi olarak göğsünü İslâm’a daha da açar, onu dinde anlayış ve kavrayış sahibi kılar.  Böylelikle şahsın istediği hayrı onun irade ve eylemine bağlı olarak yaratmış olur. Fakat hevâsını tanrı edinen ve bile bile inkâr edip inkârında direten kimseninse, zaten kafası İslâm’la barışık değil, göğsü dar ve meyli batıladır. Kendi arzularıyla sapıklığı seçen böylesi kimselerin de hakkı, - adalet gereği - dalalette bırakılmak olur.  Son tahlilde denilebilir ki, hidayet ve dalâlet hususunda Allah’ın keyfî bir izni ya da izin vermemesi diye bir şey yoktur; hidayet üzere olanlar, Allah’ın lütfu ile kendi hür irade ve eylemleri sonucu iman ve hidayete erdirilmişlerdir. Dalâlettekiler ise, önlerine konulan ilahî rehberliğe ve tüm uyarılara rağmen, sırf kendi behimî istekleri ve kararlı eylemleri ile Allah’ın hidayetini reddettikleri ve doğru yoldan saptıkları için küfür ve dalâlettedirler.

Küfür ve dalâlet, gerçeği örtmektir, düşüncesizliktir, körlüktür; kişinin karanlıklara bürünmesi demektir. Karanlık ise, - İmam Gazali’nin de dediği gibi - ademiyettir /yokluktur. Gerçekten var olup vacibu’l-vücut olan yüce Allah’ı inkâr, insanın kendi kendisini yok sayması kadar abestir. İnanç hâline getirilmiş evham ve hayaller şahsı o kadar sarmıştır ki, onun gözü, kulağı ve kalbi tamamen körelmiştir. Tıpkı şu ayette tasvir edildikleri gibi: “Kuşkusuz onların boyunlarına bir takım tasmalar geçirdik; o tasmalar çenelerine kadar dayanmış; bu yüzden kafaları yukarıya kalkık, önlerini göremez hâlde yalpalamaktadırlar. Önlerinden bir set, arkalarından da bir set çektik ve onları dört bir yandan kuşattık; artık onlar göremezler. Onları uyarsan da uyarmasan da fark etmez; zira onlar iman etmezler.”  Bu yüzden yüce Allah, kendilerini karanlıklar içerisine atanları, mecazî anlamda körler, hatta ölüler olarak nitelendirmiştir: “...Sen çağrını, ancak bizim ayetlerimize boyun eğerek iman eden kimselere işittirebilirsin.”  “Kalbi iman ile dopdolu olduğu hâlde – tehditle inkâra zorlandığı için - yalnız diliyle inkâr eden hariç, kim imandan sonra göğsünü küfre açarak Allah’ı inkâr ederse, Allah’ın gazabı onlaradır ve büyük azap da onlar içindir. Bunun sebebi, onların dünya hayatını ahirete tercih etmeleridir. Muhakkak ki Allah, inkâr eden kimseleri asla sevmez. Allah’ın kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimseler işte bunlardır; gaflet içinde olanlar da bunlardır. Hiç şüphe yok ki bunlar ahirette de tamamen zarar eden kimseler olacaktır.”

İşte bu gerekçelerle biz, hidayet ve dalâlet, iman ve küfür konularında Allah’ın dilemesinin, insanın dileyip iradeli olarak yönelmesine ve kendi hür eylemlerine bağlı olduğunu düşünüyoruz. Kul bilgi ve bilinç ile hidayeti ister, iradesini o yöne teksif eder ve kararlılıkla hidayetin gereklerini yaparsa, Allah o kul için: “Ben seni hidayete erdirmem!” demez! Çünkü kendi adalet ilkesi ve insanın yaratılış amacı bunu gerektirir. Dalâlete yönelenler için de durum böyledir… Kanaatimizce, Allah’ın dilemesinin insanın dileyip iradeli olarak yönelmesine bağlı olması Allah’a ne eksiklik getirir ne de acziyet… Çünkü herkesin kendi eliyle ahiretteki yerini kazanması ilkesini koyan da Allah’tır,  O’nun adaleti de vaadi de kendisinin vazgeçilmez ilkesidir… Öyleyse Allah’ın adalet vasfı ve koyduğu ilkesi sebebiyle kulun eylemini gerçekleştirmesi, ancak O’nun yüceliğine delalet eder!

 4. “Allah, insanlar için böyle misaller verir! Allah her şeyi bilir...”

Yüce Allah, eğer istese tüm insanları hidayete erdirebilirdi. Nitekim bu konudaki ayetlerinden birinde Hz. Muhammed’i şöyle uyarmıştır: “Şayet Rabb’in dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi, toptan iman ederdi; öyleyken sen mi iman etsinler diye insanları zorlayacaksın!  Allah’ın izni olmadan hiç kimsenin iman etmesi mümkün değildir. Allah, murdarlığı/kafa karışıklığını aklını kullanmayanlara verir.”  Çünkü dünya hayatının yaratılış amacı ve O’nun yüce adaleti, böyle bir zorunlu hidayeti uygun görmemektedir. O nedenle, Allah insanlara anlayabilecekleri en uygun dil ve üslup ile hakikatleri açıklar. Hakikatlere erdirecek her türlü imkân ve şartları yaratır ve insanı teşvik eder. Sonuçta Allah’ın bahşettiği bu dört nurdan yararlanıp doğru yola ermeyi arzu eden ve kararlılıkla ona yönelen her insanı amacında muvaffak kılar. Bursevî nin de dediği gibi: “Allah, ancak isteyen kimseyi nuruna kavuşturur ve onda muvaffak kılar...”

Sonuç

Nur suresinin 35. ayeti, teşbihî, temsilî ve sembolik bir anlatım özelliği sebebiyle bugüne dek pek çok müfessir ve düşünür tarafından birbirinden farklı anlayış ve te’villere konu olmuştur. Allah’ın nurunun, oradaki temsili/sembolik izahı, anlayış farklılığının da asıl nedeni olmuştur. Özellikle, ayette belirtilmek istenen hakikat ya da hakikatlerin bir takım sembollerle ifade edilmiş olmaları, oradaki murat mananın tespitindeki güçlüğün temel nedenlerindendir. Biz, hem söz konusu ayetin siyak ve sibakını hem de insanın ve dünya hayatının yaratılış amacını göz önünde bulundurarak burada anlatılmak istenen gerçeğin ve “Allah’ın nuru” tabiriyle söylenmek istenen şeyin, Allah’ın insana hidayeti olduğu manasını tespit ettik. Sonra da Kur’an bütünlüğü içerisinde mişkat, mişkattaki lamba, lambanın fitilindeki alev, alevi kaplayan lamba şişesi ve yakıt olarak zeytinyağı ile Allah’ın insana bahşettiği; ilk ikisi fıtri ve enfüsi, diğer ikisi ise ilk ikisinin kullanılmasıyla erişilebilecek olan âfakî dört hidayet olduğu anlayışına vardık. Yine Kur’an bütünlüğünden hareketle bu dört hidayetin fıtrî din, akıl, peygamber ve kitap olduğunu, Kur’an’dan elde ettiğimiz, bize göre, en sağlam karinelerle desteklemeye çalıştık…

Anlaşılıyor ki, yüce Allah her mükellef insana fıtrî din, akıl, peygamber ve kitap gibi harika dört ilahi hidayet bahşetmiştir. O, böylesine yüce ve emsalsiz lütfu ve ihsanı ile “Rububiyet” görevini yapmış; kendisine düşen hidayeti lütfetmiştir. Bu dört hidayetten fıtrî din ve akıl her insanda doğuştan mevcuttur. Peygamber ve vahiy’den yararlanmak ise, yükümlülük çağına girmiş her yetişkin insanın kendi aklı, iradesi ve tercihine bırakılmıştır. Aklını koruyup kullanan, vicdanının sesine kulak vererek Hz. Peygamber’e uyan ve Kur’an’ın kılavuzluğundan yararlanan kimseler, kalplerini İslâm’a açmış demektir; dolayısıyla “Allah’ın, kalbini İslâm’a açtığı kimse Rabb’inden bir nur üzeredir...“  Bu nura kavuşan, istediği her şeyin hakikati ve mahiyeti hakkında bilgi edinir ve bunları değerlendirmek suretiyle Sırat-ı Müstakim’e erer...  Fakat Allah’ın hidayetinden yararlanma kabiliyetine ve imkânına sahip olup da ondan yararlanmayan; Ebu’s-Suud’un deyimiyle: “Muhalefeti sebebiyle hidayete layık olmayan ve onu hak etmeyen kimseye de Allah hidayet etmez!”  Böylesi kimseler, akıbet ne kadar korkunç olursa olsun, kendilerini mazur gösterecek hiç bir özür beyan edemezler. Kişinin kendi arzusu ile seçtiği batıl yol, onun aklı ve iradesine rağmen yaptığı tercihidir. Artık tercihini  dalalet yönünde yapmış oyan bir kimse için Allah’ın merhametine sığınmak da “Allah ona hidayet versin!” demek de kâr etmez… Yapılacak tek şey, insanın kendi kendisine merhamet etmesini hatırlatmak ve henüz imkânı var iken ve hayat fırsatı devam ediyorken Allah’ın hidayetinden yararlanmaya teşvik etmektir. Zira yüce Mevlâ’nın son sözü bellidir:

 

“…Biz insana doğru yolu gösterdik; (yani fıtrî din, akıl, peygamber ve kitap verdik) artık ister şükreder, isterse nankörlük...”

Site tasarımı Mehmet Akif Duman

Elektronik posta adresi