Prof. Dr. Mehmet Zeki Duman

Kur'an-ı Kerim'de Adab-ı Muaşeret

(Yayıma hazırlanan genişletilmiş Kur'an-ı Kerim'de Adab-ı Muaşeret Kitabının ön sözünden)

Dinimiz İslam, Allah tarafından, peygamberler vasıtasıyla inananları en doğru yola, Kur’an’ın ifadesiyle, “Sırat-ı Müstakime“ iletmek, her iki dünyada da mutlu ve müreffeh bir hayat yaşatmak için konulmuş ilâhi bir kanundur. Allah’a nasıl ibâdet edileceğini, muttaki müminlerin Rablerine yöneliş adabını; aynı zamanda birbirleriyle ve eşya ile ilgili münasebetlerinde müslümanların uyacakları ahlaki kuralları açıklar.

Kur’ân-ı Kerîm, Allah’ın kelâmıdır. Hz. Muhammed’e Cebrail (as) vasıtasıyla yaklaşık yirmi üç yılda, dura dura okunsun; anlaşılarak, hatta özümsenip içselleştirilerek yaşansın diye[1] Arapça, lafız, nazım, mana ve beyan halinde bölüm bölüm indirilmiştir.[2] Hz. Ebu Bekir döneminde bir mushaf hâlinde cem edilmiş, günümüze kadar tevatür yoluyla gelmiştir. Kur‘an, namazda okunan ve okunmasıyla ibadet edilen mu’ciz bir kelâmdır.

Her şahsın başına bir polis dikmek mümkün olamadığı gibi, sadece kanunlarla bir toplumu yönetmek de imkansızdır. Sosyal hayatın, vahşet ve dehşetten uzak; aksine arzu edildiği tarzda huzur, sükun, refah ve mutluluk içerisinde devam edebilmesi için insanların eğitimi şarttır. Fertler, mutlaka seviyeli bir eğitim-öğretim sürecinden geçirilmeli, hayatlarına yön verebilecek birtakım ahlâkî prensipleri edinmeleri ve sosyal hayatta, bir nevi otokontrol sistemi denilebilecek “Emri bi’l-ma’ruf nehyi ani’l-münker“ ilkesiyle takip edilmelidirler.

Ahlâk olmadan, insanların yönetimi için kanunların kifâyetsizliği nasıl bir gerçekse, güzel ahlâkın bir nevi hayata intikâli mesabesinde olan âdâb-ı muâşeret olmadan da ahlâkın, bir nazariye olmaktan öteye geçmeyeceği de öyle bir gerçektir. Bu demektir ki, bireysel ve sosyal hayatta âdâb-ı muâşeret olmadan ahlâkın, ahlâk olmadan da kanunların fert için dünya ve ahiret saadetini temin edebileceğini söylemek pek mümkün gözükmemektedir.

Bir toplumda, âdâb ve erkâna riâyet edilmiyorsa, orada ahlâkın varlığından bahsedilemeyeceği gibi; âdâb-ı muâşeret ve ahlâka önem verilmeyen cemiyetlerde, insana, dolayısıyla hukuka saygıdan, nizam ve intizamdan bahsetmek de mümkün olmaz. Denilebilir ki, Allah katında geçerli ve mükemmel bir din olan İslâm, - Kur’an ve sünnet bütünlüğü içerisinde - kulun Allah ile ilişkilerinden tutun da aile içi ve aile dışı tüm sosyal, hukuki ve siyasi ilişkilerine varıncaya kadar; sosyal yardımlaşmadan, insanların birbirlerini sevip saymalarının şekillerine; şahsî hayatın arzetmesi lâzım gelen özelliklerinden, ictimai hayatın detay sayılabilecek yönlerine varıncaya... hatta bir sahabînin deyişiyle, ‘tuvalete girip çıkmanın âdabına varıncaya kadar’[3] cemiyet hayatında gerekli olan her türlü muâşeret esaslarını ortaya koymuştur.

Fakat bugüne kadar bu mevzûda pek çok makale yazılmış, ahlak kitaplarında bölümler ayrılmış, ama doğrudan doğruya Kur’ân’a istinâden ciddî bir “Âdâb-ı Muâşeret“ çalışması yapılmamıştır. Hâl-i hazırda mevcut olanlar ise, söylediğimiz gibi, ya âdab-ı muaşeretin sadece bazı konularına hasredilmiş makaleler olarak ya da ahlâk kitaplarının oldukça kısa bir bölümünü teşkil eden yazılar hâlinde bulunmaktadır...

Konunun acı olarak nitelendiririlebilecek başka bir yönü de şu ki, yıllardır Batılılaşma kompleksi içerisinde olan bazı yazarlarımız, yazdıkları âdâb-ı muâşeret kitaplarında, genellikle millî ve dini karakterimize yabancı olan Batılıların âdâbını nakledip işlemişler; bu suretle, sanki bize bu konuda rehberlik edebilecek, davranış şekillerimizi belirleyecek kaide ve kurallara sahip olmadığımız, millet olarak da bunları ortaya koyabilecek kapasiteden uzak olduğumuz imajını verme yoluna gitmişlerdir.

İşte bu gerçeklere binâen, hem bu sahadaki boşluğu doldurmaya, hem de yıllardır uygulanan ve bizleri kendi öz benliğimizden uzaklaştıran hareket ve davranış şekillerini terketmeye bir vesile olur ümidiyle çalışmamıza konu olarak “Kur’ân-ı Kerîm’de Muâşeret Esasları” konusunu seçtik.

Çünkü Âdâb-ı Muâşeret, insana, cemiyet içerisinde saygın bir birey olarak yaşayabilmek için lâzım olan nezâket kurallarını öğreten, insanî ilişkilerde uyulacak ölçülü ve nazik davranışların şeklini ortaya koyan, şahsı toplum içerisinde erdemli ve hürmete lâyık kılan söz, iş ve davranış biçimlerini kapsayan önemli bir disiplindir.

Kur’an’da Ahkâm ve ahlâk ile iç içe olup, aynı zamanda onların tamamlayıcısı durumunda olan muâşeret kuralları, düşünülerek söylenmiş sözleri anlamlı kılar, ölçülü hareketleri süsler, görünümü güzelleştirir, kişiye ayrı bir değer kazandırır.

Dinimizde emir ve yasaklara taallûk eden ahkâm aslî, âdâb-ı muâşeret ise; bireysel ve sosyal ilişkilerin adabı, konuşmanın âdâbı, yemenin, içmenin âdâbı, öğrenip öğretmenin âdâbı, temizliğin âdâbı... hasıl-ı kelam, insan olmanın adabı şeklinde fer’î değerlerdir. Diğer bir deyişle âdâb olmadan hükümler ve insanlar arası ilişkiler sürdürülebilirse de bunların güzelliğinden ve mükemmelliğinden söz etmek pek mümkün olmayabilir. O takdirde yaratılışı icabı güzel olan insanın söz, iş ve davaranışları güzellikten yoksun olur... Çünkü ahkâm ve ahlâk, ancak âdâb ile kemale doğru yol alır ve amacına ulaştırır. Böylece yaratılışı icabı güzel olan insan âdâba riayetiyle daha da güzelleşir, saygın ve sevimli hale gelir... Aksi hâlde, söz, iş ve davranışlar nezâket ve nezâhetini; dolayısıyla yapıcılık ve yaklaştırıcılığını kaybeder… Bir mûsıkî parçasının ruhu okşayan güzelliği notalar sayesinde gerçekleştirildiği gibi, ahkâm, ahlak ve ameller de ancak âdâb-ı muâşerete riâyetle güzelleşir, beğenilir ve takdire şayân hale getirilir. Bu münâsebetle ahkâmı /kuralları ve davranışları ahlâktan ve âdâbtan ayrı düşünmek doğru değildir.

İslâm’da hükümler ve ahlâkî kurallar, genel anlamıyla, evrensel olup müeyyideleri kesindir. Ahlak’ın pratiğe, diğer bir ifade ile söz, iş ve davranışlara yansıyan kısmını teşkil eden Âdâb-ı muâşeret ise, temel prensiplerde İslâm’dan ayrılmamak şartıyla, şekil ve görünüm itibariyle birbirinden farklı coğrafya, iklim ve toplumlarda az-çok farklılıklar arzedebilir. Müeyyidesiz de değildir elbet…

Âdâb-ı muâşeret, uyulmadığı zaman, topluma etkisi bakımından ahkâm ve ahlâkla eşdeğer sayılmaz, fakat yapılan iş, âdâbın vereceği güzellik ve zerâfetten yoksun olur. “Allah güzeldir, güzeli sever”[4] prensibince yapılmış olmaz... Mesela Cenab-ı Allah buyuruyor ki: “Sadakaları açıktan vermek güzeldir, fakat (nezaketen) gizli vermek daha güzeldir…“[5]

Âdâb'a riayetsizliğin müeyyidesi, ahkâm ve ahlâkta olduğu gibi zecrî olmayıp o andaki davranışın ortaya koyduğu nezaketsizliğin Yüce Rabbi Allah ve insanların yanında mümine getireceği mahcûbiyet olabileceği gibi; bazen de şahsın kabalık ve görgüsüzlükle nitelendirilmesine; bilhassa Resûlüllahla ilgili nezaketsizliklerin salih amellerin tamamen silinmesine de sebep olabilir.

Şahsın gerek Rabbine karşı yönelişlerinde gerekse diğer insanlarla ilgili münâsebetlerinde, hoş görünmesini sağlayan ve hüsn-i kabûle lâyık kılan âdâbla ilgili incelememizin kaynaklarını, faydalanma sebep ve oranını da şu şekilde sıralayabilirz:

Birinci Kaynağımız: Çalışmamızın adından da anlaşılacağı üzere Ku’ân-ı Kerîm’dir. Bu münasebetle çalışmamızla ilgili âyet-i kerîmeleri tespit ederken âyetleri; ahkâm âyetleri, ahlâk âyetleri, kıssalar, meseller şeklinde bir ayırıma tâbi tutmadan Kur’ân’ı, baştan sonuna kadar, âyet âyet inceleyip, her âyetin âdâpla ilgisinin olup olmadığını araştırdık. Çünkü, ister hüküm ifâde eden emir ve yasaklarla ilgili âyetler olsun, isterse nedb ifâde edenler olsun, pekçok âyetin lafzî manasından başka, âdâbla ilgili yönünün de olabileceği muhakkaktır. Nitekim bazı âyetler, özel bir sebeple doğrudan doğruya muâşeret esaslarını öğretirken, bazıları da ahkâmla ilgili olmasına rağmen öyle bir uslûpla vahyolunmuş ki, mânâ itibariyle ilâhî bir hükmü vaz’ederken, özellikle seçilmiş olan nazımlarıyla da güzel bir nezâket ve edeb örneği ortaya koymaktadırlar. Bir kısım ayetler ise, geçmişteki bir hadiseden veya bir davranış biçiminden yahut birilerinin sözünden bahsederlerken ihtiva ettiği üslubu ön plana çıkarma veya ifade biçimi ile de bir muâşeret kuralını bize yansıtmaktadırlar…

Meselâ, Bakara sûresi’nin, 223. âyetinde Allah Teâlâ’nın: “Kadınlarınız sizin ekin tarlanızdır. O hâlde tarlanıza nasıl isterseniz öyle varınız,” ayet-i celilesi, burada cinsî münâsebetle ilgili bir hükmü belirtirken, cima mahalli olarak “hars” (tohum ekilen yer, tarla), fiil olarak da “ityan”, yani gelmek kelimelerinin seçilmiş olması Kur’an’ın edebî üslubünün tipik bir örneğidir. Halbuki söylenmek istenen şeyi bütün çıplaklığı ile ifade edebilecek kelimeler ve cümleler her dilde olduğu gibi Arapçada da mevcuttur. Sözü onlarla daha açık ve net olarak söylemek mümkündür. Ama o kelimeler ve o cümleler belli bir nezahetten uzak olduğu gibi zihinleri bulandırıcı ve uyarıcı olduğu için edebe uygun düşmezdi…

Görülüyor ki, hüküm ifâde eden bir âyet, mânâ itibariyle olmasa bile lâfzı ile de âdâb-ı muâşerete işaret etmektedir. Bu münâsebetle Kur’ân’ı baştan sonuna kadar incelememiz isabetli olmuştur. Bu mülâhazalarla seçmiş olduğumuz, Elmalılı merhumun “Hak Dini Kur’ân Dili” adlı tefsirinin tamamını okuyarak işe başladık...

İkinci Kaynağımız: Hz. Peygamber’in, konumuzla ilgili âyet-i kerîmeleri izah edip açıklayan hadisleri ve sünnet-i seniyyesidir.

Ayrıca, selâmlaşmak, evlere giriş-çıkışta izin istemek, büyüklerin yanında davranışlara dikkat etmek... gibi bazı muâşeret esasları, âyetlerde açık olarak beyan edildiği hâlde; evlenme talebinde bulunmak, evleneceği kadına bakmak, selâmdan sonra musafaha yapmak... gibi bir takım âdâb-ı muâşeret de âyetlerde zımnen ifade edilmiş ise de onları da ancak Kur’ân-ı Kerîm’i çok iyi anlayabilen kimselerin işâretiyle tespit etmemiz mümkün olmuştur. Binâenaleyh araştırma ve incelememizi yaparken, kendisine vahyolunanı bizzat açıklamakla /tebyin da görevli olan Hz. Peygamber’in (s.a.v.) Sünneti, Kur’ân’dan sonra ikinci derecede istifâde ettiğimiz kaynak olmuştur. Allah Teâlâ’nın: “Resûle itaat eden Allah’a itaat etmiş olur.”[6] ayeti; özellikle de Allah’ı sevmeyi; Allah’ın da seveni sevmesini ve günahlarını bağışlamasını Resûle itaat etme şartına bağlayan şu ayet-i celilesi: “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin, günahlarınızı bağışlasın!”[7]

Zaten Allah’ın Resûlünü hayatımızda; özellikle adab ve erkan konusunda örnek edinmemiz de bize Cenab-ı Allah’ın mühim bir tavsiyesidir:

“(Ey Müslümanlar!) Sizin için; bilhassa Allah’a ve ahiret gününe kavuşacağını umarak Allah’ı çok zikreden kimseler için Allah’ın elçisinde alınması gereken güzel bir örnek vardır.“[8]

Biz biliyor ve inanıyoruz ki, Kur’an’ın tamamı hikmettir. Sünnet ise – kavli, fiili ve takririsi ile birlikte – vahyin kontrolünde gerçekleşmiş hikmettir. Bir nevi, hikmete uygun davranmak, anlamına da gelen adab-ı muaşeret “Sünnete riayet” olmadan olamazdı…

Üçüncü Kaynağımız ise, Asr-ı Saadette yaşamış, Resûlüllah’ın eğitim ve öretim sürecinden geçmiş, onun ilminden, örnek ahlakından ve adabından feyz almış olan Sahabe-i Kirâm’dır. Özellikle Muhacirve Ensar, hiç tereddüt etmeden kendilerine uyacağımız mümtaz şahsiyetlerdir. Çünkü onlardan her biri bir yıldız gibidir, hangisine uyulsa doğru yola iletir elbet.

Dördüncü Kaynağımız: “Muhacir ve Ensar’dan sonra gelenler, “Rabb’imiz, bizi ve bizden önce iman eden kardeşlerimizi bağışla, kalplerimizde iman edenlere karşı en küçük bir kin bırakma! Rabb’imiz, şüphe yok ki Sen çok şefkatlisin, çok merhametlisin!” diye dua eden....”[9] ve naklettikleri rivâyetleri zikrederken, kimden naklediliyorsa, onun o andaki hareketini dahi itinâ ile uygulayacak kadar naklettiğindeki ayniliğe riâyet eden selef-i sâlihîndir. Onların âdâbla ilgili âyetlere dâir nakil ve görüşlerini almakta da tereddüt etmedik. Çünkü Kur’ân ve hadisler bizlere, onların ilimdeki aşk ve titizlikleri sayesinde gelebilmiştir. Onlar, bizlerle Asr-ı Nebî arasında kurulmuş sağlam köprülerdir. Bu münâsebetle meşhur rivâyet ve dirâyet tefsirleri ile, özellikle Kütüb-i Sitte, bu konuda bize ışık tutan kaynaklarımızdandır.

Konuyu işlerken tâkip ettiğimiz metoda gelince. Çalışmamızda yer verdiğimiz ayetlerin, mutlaka adabla ilgili olmasına dikkat ettik. Tefsire gelince; âdâbla ilgili âyetlerin izahına geçmeden önce, hemen her bölüm ve ana başlıktan önce, konu ile ilgili bir girişle mevzûuun önemini, İslâm’dan evvel tatbik şekli ve varsa mahzurlarını ihtivâ eden hususları ortaya koyduk, sonra da İslâm Dini’nin o konuya bakış açısını belirterek getirmiş olduğu güzelliği ve âdâbı açıklamaya çalıştık.

Asıl kaynak, doğruluğundan ve öğrettiklerinin güzelliğinden aslâ şüphe etmediğimiz Kur’ân olduğu için, tespit edilen âdâbın değerini ispat etmek maksadıyla, zamanımızda birçoklarının âdet hâline getirdikleri şekilde, sık sık batılıların görüşleri veya Kitab-ı Mukaddes ile desteklemek yerine doğrudan doğruya âyet-i kerîmenin öğretmiş olduğu âdâb ile, bizzat Allah’ın Resûlü, Ashab ve İslâm âlimlerinin, âyetin ilmî veya nazarî işâri mânâsına göre keşfettikleri mânâya istinâden muâşeret esaslarını izaha çalıştık.

Âyet-i kerîmenin işâret etmediği, fakat sünnette önemle üzerinde durulan bazı konular da vardır ki, ictimâî hayatın ortaya koyduğu lüzûm üzerine, bazen bahse girmeden önce giriş olarak, bazen de konu içerisinde ve dipnotlar yoluyla onlara da işaret etmeden geçemedik, ancak âyetlerin gerek zâhiri, gerekse işarî mânâlarıyla yakından-uzaktan alâkası olmayan hususlara müstakillen yer vermedik.

Ana hatlarıyla özelliklerinden kısaca bahsettiğimiz bu çalışma, beş bölümden oluşmakta ve her bölüm kendi arasında birtakım ana ve tâli başlıklara ayrılmaktadır.

İlk defa okuyucusuyla buluştuğu 1982 yılından beri alanında halen ihtiyaç duyulan ve okunmakta olan bu kitap yeniden gözden geçirildi, bir nevi güncellendi ve eksikliği hissedilen; mesela “Kulun Allah’a Yönelişlerinde Adab” bahsi gibi bir kısım ilavelerle tamamlanmış oldu.

Her samimi gayret mahsûlünün, kendisinden sonra gelecekler için bir basamak teşkil edeceğine inanır ve bu çalışmanın hazırlanmasında, okuyucusu ile buluşmasında emeği geçen Tez Hocam Ahmet Coşkun ve Tuğra Yayınevi sahibi Sabri Dereli Beylere gönülden teşekkürlerimi sunar, Yüce Mevlâ’mdan tevfikini niyaz ederim.

03. 03. 2013

Prof. Dr. M. Zeki DUMAN

--------------------------------------------------------------------------------

[1] İsra, 17/106.

[2] Kıyame, 75/16-19.

[3] Müslim, Ebû’l-Huseyn Müslim b. el-Haccâc el-Huşeyrî en-Nisâburî (v. 261/874), es-Sahih, Tahkik: Muhammed Fuad Abdulbâkî, Kahire, 1955, Tahâret, 17, 262.

[4] Müslim, İman, 39.

[5] Bakara, 2/271.

[6] Nisa, 4/80.

[7] Al-i İmran, 3/31

[8] Ahzab, 33/21.

[9] Haşr, 59/10.

Site tasarımı Mehmet Akif Duman

Elektronik posta adresi