Prof. Dr. Mehmet Zeki Duman

KUR’AN’IN SORUNUYMUŞ GİBİ ON DÖRT ASIRDAN BERİ HÂLÂ TARTIŞILMAKTA OLAN NESH PROBLEMATİĞİ!...

Prof. Dr. Mehmet Zeki Duman,

 Sayın başkan, saygıdeğer hocalarım, meslekdaşlarım ve değerli misafirler! Hepinizi saygıyla selamlıyorum...

 Bugün bu salonda nesh konusunda; bir yönüyle de Kur’an hakkında... peşpeşe sunulan iki tebliği dinledik Maalesef bizzat gördük ve yaşadık ki, ibret alınmayan tarih, gerçekten tekerrürden ibaretmiş!....

Ben, her iki tebliğin de müzâkerecisiyim. Her tebliği ayrı ayrı değil de, zamandan tasarruf maksadıyla ikisini birlikte değerlendirmeyi uygun bulduk. Bu düşünceyi benimsediğinden  dolayı Sayın Başkan’a teşekkür ediyorum...

Sunulan tebliğlerin pek çok problemli cümleleri ve ispatı imkânsız fikirleri(!) ve delilsiz bir takım iddiaları bulunmaktadır. Ben bunların hepsini teker teker ele alıp değinmek yerine, arkadaşlarımın tebliğlerinde savundukları tezlerini, özü itibariyle değerlendirmek istiyorum.

Değerli dinleyiciler! Pek çoğunuzun da malumu olduğu vechile, İbnu’l-Arabi(ö.548 /1153), Şatıbî (ö.790/1388), Dihlevî (ö.1176 /1764) gibi tahkik ehli pek çok ilim adamının da dediği gibi, sahabîler ve tabiiler, nesh ve âyet kelimelerini lügat manalarında tanıyor ve değerlendiriyorlardı. Sözgeyişi onlar, bir şeyi bir şey ile giderip izâle etmek; âyetteki umumi hükmü, fertlerinden bir kısmına tahsîs etmek, mutlakı takyid etmek, mücmeli tafsîl etmek; âyetin bilinen lügat manasını az kullanılan ya da bilinmeyen lügat manalarından birisiyle değiştirmek; cahiliyye âdetini yürürlükten kaldırmak, geçmiş şeriatları izâle etmek... gibi manalarda kullanmışlardır. ‘Nesh’ kelimesi, bunlardan sonra gelen usulcüler tarafından özel ıstılahî /terim manada kullanılmıştır.

 Usulcülere göre nesh ise, bilhassa Yakup Çiçek arkadaşımızın tebliğinde açıkladığı gibi: “Bir nassın hükmünü daha sonra gelen bir nass ile kaldırmaktır.” Başka bir tarif ile, “şerî bir hükmün başka bir şerî delil ile kaldırılmasıdır.” Daha yaygın ifadesiyle: “önce gelmiş olan bir âyetin hükmünün, ondan sonra gelen başka bir âyetin hükmü ile değiştirilmesi ya da yürürlükten kaldırılmasıdır.”

Dihlevî demiştir ki, sahabîler ile sonraki alimler arasındaki bu ıstılah farklılığı, yani aynı kavrama kadim müfessirlerle sonraki müfessirler arasındaki bakış farklılığı, bu fennin anlaşılmasındaki güçlüğün başlıca sebebi olmuştur.[1]

Şatıbî ise bu farklılığın sebebini şöyle açıklıyor: Usulcülerin, kendisinde neshin vuku bulduğunu iddia ettikleri yirmi kadar âyeti tek tek inceledim ve bunların hiçbirinde selefin anladığı manada  bir neshin vuku bulduğunu göremedim![2] Bundan da anlaşılıyor ki, vahiy sürecinde sahabilerin neshe verdikleri mana ile usul alimlerinin sonradan verdiği mana birbirinden farklıdır.

Usulcülerin nesh kavramına: “Önce gelen bir nassın (âyet ya da sünnet) hükmünün sonradan gelen bir nass ile kaldırılması; dolayısıyla önceki âyetin hükmünün geçersiz sayılması...” tarzındaki yaklaşımları, bir başka açıdan bakıldığında Kur’an’ın isbatı ya da ibtalı /imhası anlamına gelebilecek son derece muhataralı bir yaklaşım olarak görülmektedir!... Çünkü, Kur’an’da neshin varlığını kabul etmek, yaklaşık beşyüz[3] âyetin ya lafız olarak, veya mana olarak ya da hem lafız hem de mana olarak; kısmen işlevsiz hale getirilmesi, kısmen hükmünün ibka edilip metninin Kur’an’dan ibtali ve kısmen de bir âyetin, metni ve manasıyla birlikte Kur’an’dan çıkarılması, dışlanması demektir.

Bu konu, sahabilerden sonra ortaya atılmış ve ondört asırdan beri uzlaşmaz bir tutum ile sürekli olarak tartışılmaktadır. Zira bir kısım ilim adamları ‘Kur’an’da nesh vardır’, derken az da olsa, bir kısım ilim adamları da, ‘hayır, Kur’an’da nesh yoktur’ demektedirler...

Kur’an’da neshin vaki olduğunu savunan ilim adamlarına göre, ‘Kur’an’da nasih ve mensuh âyetler vardır, hatta olması gereklidir... çünkü zaman ve mekanın değişmesine paralel olarak ahkâmda da değişikliğin olması tabiidir...’ Bir başka ifadeye göre ise, ‘bir ihtiyaca binaen konulmuş olan bir hüküm, ihtiyacın ortadan kalkmasıyla yürürlükten kalkabilir...’

Kur’an’da neshin vaki olmadığı görüşünde olan ilim adamlarına göre de, ‘Kur’an’da nesh yoktur, olamaz da... çünkü, ister ‘teşrîde tedricilik maksadıyla...’ denilsin, ister kolaylaştırma... böyle bir husus, haşâ!... Hem Allah için bir nakîse sayılır, hem de Kur’an’ın i’cazına ve evrensel özelliğine aykırı düşer...

Görülüyor ki tartışma, ‘olabilir!...’ ya da ‘olmayabilir!...’ in tartışması değil, ‘var’ ile ‘yok’un, yani ‘hak’ ile ‘batıl’ın tartışmasıdır. Takdir buyurulur ki bu, üzerinde uzlaşılması mümkün olmayan bir tartışmadır... Nitekim bu tartışma, on dört asırdan beri taraflar arasında devam etti... fakat bugüne kadar bir uzlaşma görülmedi. Bu gün tartışılmak üzere takdim edilen bu iki tebliğ de gösterdi ki, Kur’an’a böyle bir bakış açısıyla yaklaşıldığı sürece, taraflar arasında uzlaşma asla olmayacak ve tartışmalar hiçbir sonuç getirmeyecektir... Zira hakk ile batılın ortası yoktur, dolayısıyla  bu iki zıdd görüşün uzlaşmaları da mümkün değildir.

Kur’an’a metodolojik yaklaşılmamasından; ilgili âyetlerin, lafız ve mana yönüden tam bir vukufiyetle tahlile tabi tutularak müşkillerin makul ve sistemli bir biçimde halledilmemesinden, neshle ilgili âyetlere siyak ve sibakı içerisinde bütüncül bir yaklaşımla değil; metin içi bağlamından kopartılarak parçacı bir yaklaşımla mana verme çabasından... nüzul sebebi, yoksa şâyet, inzaline sebep teşkil edebilecek sosyal, kültürel ve tarihî bağlamlarının araştırılmamasından; dolayısıyla Kur’an’ı doğru anlama gayretinin bulunmamasından kaynaklandığına inandığımız nesh problemi, bu tebliğlere de yansımış görünmektedir.

Birinci tebliğin sahibi Sayın Yakup Çiçek, okunduğu zaman tebliğinde de bizzat müşahede edilebileceği gibi nesh için delil olarak kullanılan âyetlerle, nasih ve mensuh denilen âyetlerde kastedilen manaları, kendi bağlamları içerisinde anlamak için hiç bir faaliyet göstermeden, rivayetlyerin dayandığı delilleri tahkik etmeden... hepsini de sahih sayarak ve gelişigüzel ifadeler kullanarak usulcülerin anlamış olduğu manada neshin, ‘Kur’an’da vaki olduğunu...’ ‘Hem nasih, hem de mensuh âyetlerin mevcudiyetinin nüzul sürecinde son derece yararlı olduğunu ve ümmete çeşitli kolaylıklar sağladığını...’ söylemektedir.

Kendisinden önce ‘Kur’an’da neshin vukuunu’ savunanlar gibi Yakup Bey de, mensuh sayılan âyetlerin, yaklaşık olarak Kur’an’ın 1/10’na tekabül ettiğini, bunların ya lafız ya da mana olarak... bir biçimde Kur’an’dan çıkarılmış sayılmasının ‘bir cesaret meselesi’ olduğunu hiç düşünmemiş; bir kısım ayetler hakkında: ‘mensuhtur’ derken, ortaya çıkan çelişkileri hesaba katmamış... Kur’an’ın tamamen uzağında durarak, on dört asırdan beri nakledilen ve sihhatları - en azından - tartışılmakta olan rivayetlerle nesh ile ilgili malumatı “Mâlumu îlâm” kabilinden bize tekrarlamış oldu; sunduğu tebliğde hiç bir yenilik söz konusu değildir!...

Şu cümleler Yakup Bey arkadaşımıza aittir: “Nasih-Mensuh ilmi sayesinde hangi ayetlerle amel edileceği ve hangilerinin de hükümlerinin kaldırılmış olup onlarla amel edilmeyeceği bilinir...”

Öncelikle şunu sormalıyız: “Nasih-Mensuh” bir ilim midir? Yoksa Tefsir Usulü İlmi içerisinde tartışılan bir konu, bir sorun mudur? Bizce bu ifade, teknik açıdan yanlış bir tasarruftur. Ayrıca, arkadaşımızın aynı cümlesinin devamındaki ifadesinden anlaşılıyor ki, Kur’an’da, nesh sebebiyle  hiç amel edilmeyecek ayetler de mevcutmuş!!!...

Kur’an’da ‘mensuh âyetlerin’ mevcudiyetini savunan meslektaşlarımızın nesh kavramına farklı farklı yaklaşımları sebebilye kendisiyle amel edilmeyecek mensuh âyetlerin sayısının beşyüze ulaştığı söylenmektedir.[4] Ancak bu sayı, neshi kabul edenler arasında bile müttefekun aleyh değildir. Sözgelimi Hibetullah b. Selame(ö.410 h.) en-Nasih ve’l-Mensuh adlı eserinde, Kur’andan 222 ayetin mensuh olduğunu, nasihleriyle birlikte yazmış ve demiştir ki,: “Ben bunları Kelbî, Mukatil b. Süleyman, Mücahid b. Hubeyb, İkrime b. Amir, Muhammed b. Saîd el-Avfî ve Yahya b. Sellam gibi meşhur Müfessir ve Muhaddislerin en-Nasih ve’l-Mensuh isimli eserlerinden derleyip çıkardım...”[5] Celaluddin es-Suyuti, mensuh denilen ayetleri teker teker incelediğini ve bunların sayısının 20’yi geçmeyeceğini... Şah Veliyyullah ed-Dihlevi ise, Suyuti’nin mensuhtur dediği 20 ayeti inceledikten sonra, bunlar içerisinden ancak beş ayetin mensuh olabileceğini söylemiştir!...

 Yakup Çiçek Bey’in bize örnek olarak sunduğu mensuh âyetler, ed-Dihlevî’nin eleyerek sayısını beşe indirdiği âyetler içerisindendir. Fakat, bu arkadaşımız da şâyet Celaluddin es-Suyuti ile ed-Dihlevi’nin başlattıkları bu ilmî tahkîk yöntemini (analitik ve eleştirel yaklaşım) takip etmiş olsaydı, eminiz ki bu ayetleri bize ‘mensuhtur’ şeklinde örnek gösteremeyecekti. Çünkü, Arkadaşımızın da ‘tilaveti baki hükmü mensuh âyet’ olarak kabul ettiği Enfal suresinin 65. ayeti hakkındaki düşüncesi, kendisinin tebliğinde yerverdiği, ‘neshin, haberlerde değil, sâdece emir ve yasaklarda cari olacağına’, dair ifadesiyle çelişmektedir. Şöyle ki:

Birinci Örnek:

“Ey Peygamber! Mü’minleri savaşa teşvik. Eğer sizden sabırlı 20 kişi olsun, kâfirlerden 200 kişiye galip gelirler; sizden 100 kişi olsun kâfirlerden 1000 kişiye galip gelirler. Çünkü onlar gerçekleri kavramayan bir topluluktur.”

Görülüyor ki bu âyette hüküm yoktur... Allah, müşrikler karşısında Bedir’de savaşan mü’minlerin sahip oldukları manevî gücün boyutunu onlara haber veriyor... Âyetin haber manası taşımasına rağmen, sanki âyette hüküm varmış gibi!... bu âyetin, aşağıdaki 66. âyet ile neshedildiği söylenilmektedir.

“Şu anda Allah sizde bir zaafiyetin olduğunu gördü ve size haifletti: sizden sabreden l00 kişi olsun ikiyüz kişiye galip gelirler; 1000 kişi olsun, Allah’ın izniyle ikibin kişiye galip gelirler. Allah sabredenlerle beraberdir.”

 Yakup Bey, tebliğinin ikinci sayfasında ve ‘Neshin Şartları’ başlığı altında, neshin hüküm bildiren âyetlerde olabileceğini söylerken diyor ki, ‘Neshe konu olan ayet ve hadislerin dini bir hüküm taşımaları ve mensuh nassın hükmünün ebedi olduğuna dair bir kaydın bulunmaması gereklidir.’ Yedinci sayfada ise, neshin ancak emir ve yasaklarda /talepte olabileceği’ tekrarlanıyor.[6] Neshi savunan ilim adamları da aynı şeyi söylüyor ve diyorlar ki, ‘Neshin cari olabilmesi için, ayetin hüküm ifade etmesi şarttır, haber ifade eden âyette nesh olmaz...

  Yukarıda da kısaca değindiğimiz gibi mensuh denilen 65. âyette, Bedir savaşında mü’minlerin sayılarının, techizatlarının, maddi güç ve imkânlarının yetersizliğine, morallerinin düşük olmasına rağmen büyük bir zafer kazanmaları ile müşriklerin ise, her bakımdan fevkalade üstün görünmelerine rağmen büyük bir hezimete uğramalarının gerçek sebebi açıklanmaktadır:“...çünkü onlar gerçekleri[7] kavramayan bir topluluktur.” [8]deniliyor... Dolayısıyla üstünlüğün her zaman sayıda, silah ve techizatta değil, aksine Hakk’ı /Gerçeği görme, işitme  ve kavrama niteliğine sahip olmaktan kaynaklandığını söylüyor.

Nitekim müşrikler, Allah’tan hiçbir beklentileri yoktur... öldükten sonra tekrar diriltilmeye, mahşere ve hesap gününü... inanmıyorlar. Onlar için yaşanacak tek hayat, dünya hayatıdır. Onlar şereflerini, yurtlarını, mallarını... korumak için savaşabilirler, ancak savaş meydanında öldürülmek suretiyle yaşama şansını kolay kolay harcamak istemezler... Gerektiğinde savaştan kaçabilirler!...

 Mü’minler ise, Allah’a inanıyorlar ve Allah’tan melekleri vasıtasıyla yardım geleceğini umuyorlar... Allah, kendileriyle birlikte olduğu sürece, hiç kimsenin onlara üstün gelemeyeceği kanaatindedirler... Âhirete de inanıyorlar; dünya hayatının ahiretin ekeneği olduğunu biliyorlar... Savaşta öldürülmek, onlar için ölmek değil, gerçek hayata şahâdet rütbesiyle intikal etmektir, Allah’ın lütfuna ve gerçek nimetlerine mazhariyettir... savaştan kaçmak ise, Allah’ın gazabına, lânetine ve büyük azabına uğramak demektir...

 İşte Allah Teala müşriklerdeki duygu ile mü’minlerdeki bu sağlam ve gerçekçi anlayışı karşılaştırdığında her iki grubun manevi gücünü karşılaştırıyor... böylece “...çünkü onlar gerçekleri[9] kavrayışsız bir topluluktur.” [10]gerekçesiyle mü’minlerin sahip oldukları üstünlüğü onlara haber veriyor...  Kanaatimizce, bu âyetin lafzında ve manasında değil, zımnında dahi hüküm bulunmamaktadır! Dolayısıyla bu âyet hakkında neshden de söz edilemez...

 66. âyette: “Şu anda Allah sizde bir zaafiyetin olduğunu gördü ve size haifletti...” denilrken, mü’minlerin sahip oldukları manevî nitelikleri ve ona dayalı güçleri hakkında Allah’ın bilgisinde bir değişikliğin ortaya çıktığı söylenebilir mi? Yani, Allah, ‘ben sizi böyle biliyordum, ama yanılmışım!...’ demek istediği için mi hafifletti, yoksa mü’minler hakkındaki Allah’ın bu bilgisi doğru ve sabittir... fakat sahabiler, sahip oldukları kendi niteliklerini ve güçlerini tam olarak idrakten âciz oldukları için zaafiyet göstermişlerdir. Allah da kendileri hakkındaki bu  zaafiyetleri sebebiyle oranlamayı düşürmüştür. Düşürme Allah’ın bilgisinde değil, oranlamadadır!...

 Ancak 66. âyetin zımnında bir hükmün varlığı söylenebilir. O da aynı surenin 15 ve 16. âyetleri çerçevesinde düşünülebilir: “...bir toplulukla karşılaştığınızda, onlara arkanızı dönüp kaçmayın! Kim - taktik icabı olmaksızın - gerisingeri döner. kaçarsa Allah’ın gazabına uğrar...”[11]

İşte bu nedenle diyoruz ki, 65. âyet ihbarî’dir, zımnında dahi hüküm yoktur, dolayısıyla bu âyet mensuh değildir, ama 66. âyette hüküm olduğu söylenebilir.

  İkinci örnek:

“İçinizden ölüp de geride eş bırakanlar, dul kalan eşlerinin geçimlerini sağlamak suretiyle tam bir yıl  evlerinden çıkarılmamalarını tavsiye etsinler.”[12] buyurulmuştur. Arkadaşımıza ve aynı görüşü paylaşan diğer ilim adamlarına göre bu buyruğun aşağıdaki:

 “Sizden vefat edenlerin eşleri, evlenmeden önce, kendi kendilerine dört ay on gün beklerler.”[13] âyeti ile nesh edildiği söylenmektedir.

 Bu iki âyet dikkatle okuduğunda görülecektir ki, mensuh denilen ayette, ölmek üzere olan kocalara, insanî ve ahlakî bir görev olmak üzere deniliyor ki; geride bırakacağınız hanımların - şayet kadınlar isterlerse - en az bir yıl güzellikle evde tutulup ihtiyaçlarının karşılanmasını ve hemen evden çıkarılmak suretiyle perişan edilmemesini yakınlarınıza vasiyet ediniz!...

 Nasih denilen ayette ise, “kocası ölen kadınlara, bir başkasıyla evlenmeden önce kendi kendilerine 4 ay 10 gün iddet beklemeleri...” emrediliyor. Aynı surenin 228. ayetinde ise, bu iddetin illeti, “Allah’ın rahimlerinde yarattığı şeyi gizlemeleri onlara helal olmaz...” cümlesiyle açıklığa kavuşturuluyor; bu sürenen hamile olup-olmadıklarının ortaya çıkması olarak belirtiliyor.

 Görülüyor ki, mensuh addedilen ayetin konusu, muhatabı ve illeti ile nasih sayılan ayetin konusu, muhatabı ve illeti birbirinden tamamen farklıdır. Birbirinden bu derece farklı olan ayetler arasında çelişki olur mu ki, nesh de söz konusu olsun!...

  Üçüncü örnek:

 Deniliyor ki, Bakara sûresinin 180. âyetinde, ‘ölmek üzere olanların, anne-babaları ve akrabaları için vasiyette bulunması emredilmiştir. (...) Daha sonra Nisa suresinde gelen miras ayetleri ve “Varis için vasiyyet yoktur” hadisi ile bu âyet nesh edilmiştir’.

 “İçinizden birine ölüm geldiği zaman, eğer geride mal bırakacaksa ebeveyni ve akrabaları için örfe uygun olarak vasiyyette bulunması muttakilere  borç olarak yazılmıştır.” [14]

 Bu âyeti neshittiği söylenen Nisa suresinin 11 ve 12. ayetleri, şâyet dikkatlice okunacak olursa görülecektir ki, bu iki ayette mûris değiştikçe yapılacak taksim de:”Vasiyet yerine getirildikten ve borç ödendikten sonra...” şartıyla, tekrar tekrar kayıt altına alınmaktadır. Bu demektir ki, ölünün bıraktığı malın, varislerin yakınlık derecelerine göre taksim edilmesi, “...ancak, vasiyet yerine getirildikten ve borcu ödendikten sonra...” arta kalan mal üzerinden yapılacaktır...

İki ayette tam dört defa tekrarlanan açıklamaları, âyetlere önyargısız yaklaşan her akl-ı selim sahibi için, vasiyetle ilgili âyetin, dolayısıyla vasiyetin mensuh olmadığı hakkında yeterli delil sayılacağı kanaatindeyiz...

 Rasulüllah (s.a.v.)’in: “Varis için vasiyyet yoktur” hadisi, şâyet sahih ise ispatı mümkün olmayacak bir iddia ile ortaya çıkan varisler hakkında olabilir; misal herhangi bir şahit ya da delil olmadığı halde kardeşlerden birinin çıkıp da: şu tarlayı veya şu dükkanı... ‘babam bana vasiyet etmişti,’ demesi gibi...

  Dördüncü örnek:

Yakup Bey: “Hz. Aişe şöyle demiştir: ‘On defa emzirme haramlık hükmü doğurur’ âyeti; Kur’an’da yer almaktaydı. Ancak daha sonra bu, ‘bilinen beş emme ile süt akrabalığı olur’[15] âyetiyle(!) nesh olunmuştur, diyor.(!)

 Süt emme ile ilgili bu iki âyet, hani? Nerede?... Ben, hem nasih hem de mensu denilen bu iki ayeti, Kur’an’da bulamadığımı söylemekle yetiniyorum!... Ayrıca Kur’an’da bulunmayan metinlere ‘âyet’ denilmesinin de âyeti tarif hususunda sıkıntılara sebep olacağı kanaatindeyiz!

 Bedrettin Çetiner Bey’e göre “Nesh; İlâhî dinin, insanların müdahaleleri neticesinde ilahilik vasfının kaybolup beşerî bir sisteme dönüşmesi halinde ilahî bir müdâhale ile yeniden ilahî bir sistem hâline getirilmesidir.”[16]

 Oldukça problemli bir cümle!... İfade olarak değil, fakat mana olarak tahkik ehli bir çok ilim adamının eskiden beri savunmakta oldukları nesh de budur. Arkadaşımız da bunu savunuyor ve demek isityor ki, ‘Âyette söz konusu olan ‘nesh’ ve ‘tebdil,’ Kur’an’da değil, Kur’an’ın dışında aranmalıdır. Zatı itibariyle Kur’an’ın kendisi Nasih âyettir, onda mensuh âyet bulunmamaktadır...’

 Bedrettin Bey’in, yeni bir ifade ile ve biraz daha daraltılmış olarak sunmuş olduğu bu tez, Tefsir Usulü İlminin kendi metodolojisi ile temellendirilip isbat edilemediği ve asılsız, delilsiz, izah ve isbata muhtaç bir takım görüşler ve ifadeler içerdiği için bize göre ikna edici ve tartışmayı sona erdirici nitelikte görünmemektedir.

 Bu tezin, yine bizzat ilgili âyetlerin kendi mana bütünlüğü içerisinde isbatı gerekirken Bedrettin Bey, tezine dayanak olarak her zaman için tartışmaya açık olan şu kanaati ileri sürrmektedir: İlk insandan bugüne dek insan aklında bir tekamül söz konusu olmadığından dolayı dinde de bir tekamül söz konusu olamaz. Binaenaleyh ilk insan ve ilk peygamber Adem (a.s.) en bilgili insan, onun tebliğ ettiği din ve şeriat da en mütekamil din ve şeriattır. Ondan sonra gelen peygamberler hep aynı dini ve aynı şeriatı getirmiştir. Bu yüzden şeriatlarda herhangi bir değişiklik olmamıştır.[17]

 Bir kavram olarak ve işlevi açısından akılda bir değişikliğin olmadığı doğrudur, ancak aklın pratiğe yansıtılması; zihinsel ve bilimsel tefekkür; inceleme, araştırma ve teknolojik gelişmeler sonucu ufkunun genişletilmesinden, fonksiyonunun giderek artırıldığından... bu manada bir gelişmenin olduğundan elbette söz edilebilir. İlmî ve teknolojik gelişmenin hayatı ve hayatın şartlarını geliştirdiği, yeni yeni ihtiyaçların ve sorunların ortaya çıktığı da bilinmektedir...

 İlmini Allah’tan aldığı öne sürülerek Hz. Adem’in kendinden türeyeceklerin, cinlerin ve meleklerin en bilgilisi olduğu söyleniyor ve bu gerekçe ile, ‘insanlığın ilminin hiçbir zaman Hz. Ademin ilminden daha ileri geçmesini beklemek gerçekçi olmaz herhalde,’ deniliyor. Arkadaşımız bu tezini ispatlamaya kalkışsa, bilmiyoruz ki ne yapar?!...

 En azından diğer peygamberlere de Allah’ın ilim verdiğini, hikmet verdiğni; Hz. Peygamber’e “İlim verdik, hikmet verdik, bilmediklerini öğrettik ve kitap indirdik...”[18] Hatta Tevratı ve İncil’i öğrettik, denildiğini Kur’an’dan okumaktayız... O mantıktan hareket edecek olursak, Hz. Peygamber’in Adem’den daha bilgili olduğu rahatlıkla söylenebilir!... Ayrıca bugünkü ilim ve teknolojik gelişme karşısında, arkadaşımızın bu iddiasının bir mana ifade etmediği de açıktır...

 Tebliğin bu giriş bölümünde herbiri birer teknik terim olan ‘İslâm’, ‘din’, ‘şeri’at’ ve ‘sistem’ gibi kavramlar birbirine karıştırılmış görünmektedir. Kanaatimizce arkadaşımız İslam’ın, din ile şeri’at yönlerini ya birbirinden ayırmamaktadır veya zamanların değişmesiyle ahkâmın da değişebileceği ilkesini, en azından göz ardı etmektedir. Çünkü daha önceki şeriatlardan bir kısım ahkamın değiştirilebileceğine ve bilfiil değiştirildiğine dair Kur’an’da pek çok misal var. Sözgelimi, İsrailoğullarının Hz. Meryem’e iftira eden, Hz. İsa’yı öldürmek isteyen vb. kötülüklere dalan kesiminden söz edilirken denilmiştir ki: “Yahudilerin (ayyuka çıkan) haksızlıkları, pek çok kimseyi Allah yolundan çevirmeleri, menedildikleri halde ribayı almaları ve haksız yollardan insanların mallarını yemeleri sebebiyle kendilerine daha önce helal kıldığımız temiz ve hoş yicecekleri sonradan onlara haram kıldık ve içlerinden inkâra sapanlara acı bir azap hazırladık.”[19]

 Bu ayet, ilkesel bazda, peygamberler değiştikçe şeriatlerin kısmen de olsa değiştirilebilece-ğinin ötesinde, bizzat bir şeriatin kendi bünyesinde dahi neshin vukuunu isbat etmektedir. Ayrıca arkadaşımızın, tebliğinde yer verdiği ve “İslamın bir düzenlemesi değil, belki o zaruret haline mahsus geçici bir düzenlemeden ibaretti ki, zaruretin ortadan kalkmasıyla kendiliğinden ortadan kalkmış...“[20] ifadesi de üzerinde düşünülmemiş imajını vermektedir. Oysaki Hz. Ademin çocuklarının başlangıçta birbiriyle evlendirilmesi, nesil artınca bu uygulamanın kaldırılmış olması bu konuda örnek sayılabilir. Ayrıca, İsrail oğullarına cumartesi avlanma yasağı /yevmüssebt ve onlara haram kılınan bir çok şeyin Kur’an ehline helal kılınması... da bu cümleden değişiklikler olarak hatırlanabilir!...

 Bütün bu misallere rağmen ‘daha önceki şeriatlarda değişiklik olmamıştır’ sözünü, pek anlaşılır bulmadığımı söylemek isterim.

 Şu cümle tamamen Bedrettin Bey’e aittir: “Değişikliğin mantığında ya bir tekamül ya da bir tedenni mevzubahistir ki insanlar hakkında bu ikisi de olmadığına göre, onlara hitap eden şeriatta da bir tekamül ya da bir tedenniden bahsetmek kanaatimizce mümkün görünmemektedir.”

 Kendi tezini de çürütmekte olan bu cümlenin, bilhassa son bölümü, hem Kur’an’ın anlattıkları açısından hem de bilimsellik açısından son derece tartışmaya açık bir iddiadır. İnsan, fıtrî yapısı itibariyle aynı insan olmakla birlikte insanî niteliklerini geliştirmesi ve yüceltmesi anlamında bir kemalden söz edilebileceği gibi insanî niteliklerinden uzaklaşma, kendisine yabancılaşma ve alçalma anlamında sosyal ve ahlaki anlamda bir tedenniden Kur’an’da söz edilmektedir: “...onların kalpleri /akıl var anlamıyorlar, gözleri var görmüyorlar, kulakları var işitmiyorlar... onlar tıpkı hayvanlar gibidirler; belki de daha aşağı.”[21]

 Ben, sâdece şu iki soruyu sormakla yetineceğim: Öyleyse, aynı soya, İsrail oğullarına Tevrat’tan sonra İncil neden gelmiştir? Tevrat ve İncilden sonra Kur’an’a ne gerek var idi?... denilirse, acaba cevabı ne olacaktır?...

Değerli meslekdaşlarım! Seleften sonraki tartışılan şekliyle nesh konusu, bizzat Kur’an’ın sorunu değil, kanaatimizce anlama faaliyetlerindeki metodsuzlukları ve tutarsızlıkları sebebiyle Müslüman ilim adamlarının kendi sorunlarıdır!... Yukarıda da değindiğimiz gibi – ‘doğrudan doğruya’ diyemesek bile – dolaylı olarak ve şu ya da bu ad ile bir kısım âyetleri Kur’an’dan ihraç etme ya da yok sayma sorunudur.

 Oysaki Kur’an, bir beşer sözü değil, Allah Kelâmıdır... Arş’ın Arz’a en son mesajlarını içermektedir... En son âyetle birlikte onda din kemale erdirilmiş, İslâm şeriatına evrensel bir boyut kazandırılmıştır... Önünden ve ardından batılın gelemeyeceği ilkesi ve iddiasının sahibidir... Tevrat, İncil, Zebur... gibi, beşerin hafızasına havale edilmiş olmayıp Cenab-ı Allah’ın koruması altında bulunmaktadır... Dolayısıyla “mutahharundan başkası ona, asla dokunamaz.”[22] Allah’ın izni olmadıkça ins ve cinn ondan bir ayet dahi olsa, yok edemez...

 Öyle görünüyor ki, bugün halâ Kur’an’da görmediğimiz, ama Kur’an’ın dışında bırakılmış bir takım ayetlerin mevcudiyetinden söz ediliyor(!)... Kendileri Kur’an’da bulunmasa da hükümleriyle amel söz konusu olan âyetlere(!) inanılıyor!?

 Bu durumda, Şia’dan bazılarının ellerindeki mushaflarda bulunmamasına[23] rağmen iddia ettikleri ikinci Nur suresini; ehl-i beytten bahsettiği ve Kur’an’a alınmadığı söylenen Ahzab suresinin diğer yarısını; Hz. Ali’nin âyetle halife tayin edildiği, ancak bu ayetin Kur’an’a alınmadığı gibi daha bir çok tutarsızlıkları da  kabul etmek zorunlu hâle gelmez mi?

 Özellikle şu rivayet hakkında ne buyurulur, doğrusu öğrenmek isteriz: Enes (r.a.)’den nakledildiğine göre demiştir ki, biz Rasulüllah (s.a.v.) hayatta iken Tevbe sûresine denk bir sûre daha okuyor idik. Şu anda benim hafızamda ondan, şu âyetten başkası kalmamıştır:

 “Ademoğlunun iki vadi dolusu altunu olsa, onlara üçüncüsünü de katmak ister; üçüncüsü, ona dördüncüsünü de katmak ister... Ademoğlunun karnını topraktan başkası doyurmaz. Allah. Tevbe edenlerin tevbesini kabul buyurur.”[24]

  Değerli meslekdaşlarım, Kur’an’ı bizzat kendisinden öğrenmememiz, hakkında düşünmeden kabul ettiklerimiz ve tahkik etmeden söylediklerimizin neredeyse Kur’anı daha önceki semavi kitapların akıbetine düşürecek nitelikte olduğu gözden kaçmamaktadır!...

 Madem ‘nesh’i tartışıyoruz... Öyleyse öncelikle yapılması gereken iş, çağdaş ilim adamlarının, hiç olmazsa ekseriyetinin üzerinde ittifak edeceği tam bir Kur’an tarifinin ortaya konulmasıdır. Çünkü‘efradını cami ağyarını mani bir tarif’ ile Kur’an’ı tanımlamadan her konuda olduğu gibi, nesh konusunda da savunulan bütün tezler, ileri atılan görüşler, savunulan iddialar ile bunları destekler ya da reddeder mahiyetteki konuşmalar... tamamen sonuçsuz kalacaktır.

 İlk ve en önemli  tesbitimiz şudur:.

Başlangıçtan günümüze dek tahkik ehli ilim adamlarının hepsinin üzerinde birleştikleri kanaate göre, Kur’an’ı Kur’an yapan şu dört özelliktir:

1- Hz. Muhammed’e vahiy yoluyla indirilmiş olmak,

2- Mütevatir olarak bize kadar nakledilmiş olmak,

3- İmam Mushaf’ta yazılı bulunmak

4- Arapça olmak,

Sahabîler ve onlara tabi ehl-i sünnet ilim adamları bugüne dek bu dört özellikten birisi eksik olan hiçbir metni Kur’an ve Kur’an’dan saymamışlardır. Bilhassa, ilk iki özelliği taşımayan, hiçbir söz İmam Mushaf’a alınmamış ve Kur’an olarak değerlendirilmemiştir.

 Ancak, sahabilerin İmam Mushaf’a almamasına rağmen daha sonra gelenlerin, bir kısım âfakî sebepler uydurarak metni /lafızı Kur’an’da bulunmayan, uslûbu Kur’an’ın uslûbuna uymayan, onun îcaz ve mu’ciz vasıflarını taşımayan alalâde bir sözü, ‘Yaşlı erkek yaşlı kadın zina ettikleri zaman Allah’tan bir caydırıcı ceza olmak üzere onları taşlayarak öldürünüz...’[25]sözünü ona sokmaya çalıştıklarını görmekteyiz.

Sormak lâzım: ‘Bu söz, şayet âyet idiyse, sahabîler onu neden Kur’an’a almadılar?’ Acaba gerekçeleri, Hz. Ömer’in taşıdığı(!) söylenen şu endişe olabilir mi: “Şayet insanların, Ömer Kur’an’dan olmayan şeyi Kur’an’a soktu” demelerinden korkmasam, Zeyd b. Sabite gider bu âyeti(!) Kur’an’a koydururdum.”

 Sizce bu sözü, Hz. Ömer’in kişiliğiyle bağdaştırmak mümkün müdür? Kur’an’dan bir âyetin dahi kaybolmaması için ‘cem’ fikrini ilk ortaya atan ve Hz. Ebu Bekiri bu konuda ikna eden Hz. Ömer değil mi?  Kur’an’dan bir âyet dışarıda bırakılacak, Hz. Ömer de, ‘cem’ heyetine gidip: ‘bunu da Mushafa alın’ demekten çekinecek!... olacak şey mi bu!...

 Yakup Bey’in misal verdiği diğer örneklerden mesela, “‘On defa emzirme haramlık hükmü doğurur’ âyeti, ‘bilinen beş emme ile süt akrabalığı olur’[26] âyetiyle(!) nesh olunmuştur...

 “Ademoğlunun iki vadi dolusu altunu olsa, onlara üçüncüsünü de katmak ister; üçüncüsü, ona dördüncüsünü de katmak ister... Ademoğlunun karnını topraktan başkası doyurmaz. Allah. Tevbe edenlerin tevbesini kabul buyurur.”[27]

Daha bunlar gibi nice rivayetler, âyet olmadığı için sahabiler tarafından İmam Mushafa alınmadığı halde bazılarınca Kur’an’dan mensuh âyetler olarak adlandırılmaktadır!...

 Değerli meslekdaşlarım, Kur’an’ın isbatı - en azından sahabilerce - bu dört mühim şarta bağlı olunca, böylesi şartlar karşısında bir âyeti isbat etmek ile yok saymak /ibtal etmek ya da hükmünü geçersiz saymak arasında hiç bir fark olmadığını düşünüyoruz. Değişik bir ifade ile söylemek gerekirse, ahad bir haberle gelen bir sözü, âyet kabul edip ona göre hüküm icra etmek mümkün görülmediği gibi, yine ahad bir habere istinaden İmam Mushaftaki bir âyetin hükmünü uygulamadan kaldırmak ya da işlevsiz saymak da mümkün olamaz. Bu, Kur’an’ı tahrif olur... Mushaf’ın bir kısmını dışlamak veya onda olmayanı ona ilave etmek olur!... Aynı zamanda Kur’an’ın evrenselliğine zarar verir...

 Sözgelişi, zina suçunun cezası, Allah tarafından düzenlenmiş, Rasulüllah (s.a.v.)’e vahyedilmiş, Mushafta ve Kur’an’da yazılı, tevatüren nakledilmiş olduğunhda asla şüphe bulunmayan Nur suresinin ikinci, üçüncü ve Furkan sûresinin 68, 69. âyetlerine göre değil de yukarıda bahsettiğimiz Kur’an’da bulunmayan uydurma ‘recm’ âyetine(!) dayandırılarak recmin uygulanması; ve ekranlara yansıtılan iğrenç görüntüler... Kur’an’ın evrenselliği hususundaki iddiayı zayıflatmıyor mu?

 O halde, ondört asır önce sahabiler tarafından cem edilmiş İmam Mushafın - ki onun üç nüshası dünya kütüphanelerinde hâlen mevcuttur[28] - içerdiği âyetleri ihtiva eden elimizdeki Kur’an’ı olduğu gibi kabul etmek zorundayız.... Bilhassa onda olmayanı, ona ilaveye hiç mi? hiç hakkımız yoktur!...

  İkinci tesbitimiz.

Her disiplinin, her bilim dalının kendisine özgü sorunları ve kendi sorunlarını çözümlemeye yönelik metodolojisi vardır. Hiç şüphe yok ki, Tefsir İlminin de Kur’an’ı anlama, kendisine arzedilen hayatın sorunlarına göre problemlerini çözümleme ve uygulama metod ve yöntemleri tespit edilmiştir...

 Kim olursa olsun, Kur’an hakkında konuşacağı zaman, mutlaka duruşunu iyi tesbit etmek zorundadır. Çünkü ilim adamlarına saygı başka şey, ilme saygı başka şeydir... bu ikisinin zaman zaman da olsa, birbirine karıştırıldığını, Kur’an hakkındaki hataların çoğunun buradan kaynaklandığını düşünmekteyiz. Bize göre, son derece âlim, muttaki ve mütedeyyin de olsa, şu ya da bu zat ‘öyle dedi’ diyerek... salt nakle dayalı, usulsüz, yöntemsiz ve de tefekkürsüz tefsir yapılmamalıdır...

 Değerli dinleyenlerim, bu noktada bir hususun altını daha çizmek istiyorum. Kur’an Allah Kelamıdır, Rasulüllah(s.a.v.)’e vahyedilmiş en son ilahî kitaptır ve Cenab-ı Allah’ın koruması ile bize kadar mütevatir olarak intikal etmiştir. İnancımıza göre ondan ne bir harf çıkartılmış ne de - ondan olmadığı halde - ona bir kelime sokulmuştur...

 Hadis ya da genel adıyla Sünnet Rasulüllah’ın sözüdür, Kur’an ile birebir ilgili olan ve âyetle örtüşenler onun açıklamalarıdır, onun dışındakiler ise Hz. Peygamber’in, her Müslüman için  numune-i imtisal davranışlarıdır; işleridir ve hikmetli sözleridir...

 Hz. Muhammed (s.a.v.), Allah’ın ilim verdiği, hikmet verdiği, Kitap indirdiği; yaklaşık 23 yılı kapsayan vahiy sürecinde bilmediklerini; hatta Tevratı ve İncil’i öğrettiği[29] bizzat gözetimi altında eğitip insanî kimlik ve niteliklerinde en üst dereceye yücelttiği; ahirette Makam-ı Mahmud’a layık gördüğü[30] beşer içinde tek ve gerçek insandır. Allah’a kullukta örnek insan... ferdî ve sosyal hayatında numune-i imtisal... aklî yönden hikmet, şehevî yönden iffet, gazabî yönden şecaat, tüm düşünce ve davranışlarında îtidal ve adalet sahibi eşsiz ve mükemmel ahlak sahibi bir insan... Allah’ın ifadesiyle O, (s.a.v.), “Azîm bir ahlaka sahiptir.”[31] Bu münasebetle Mekârim-i Ahlak’ı dolayısıyla Din’i tamamlama görevi O’na tevdi edilmiştir. Din, O’nun örnek ahlakı ve üsve-i hasene vasfıyla ikmal edilip evrensel boyut kazandırılmıştır, beşeriyet O’nun şahsında kemâl bulmuş ve İslâm, başka bir ifade ile “Sırat-ı Müstakim” O’nun örnek hayatı ile şekillenmiştir. Zira O bir ?ışıktır; bir mühtedîdir, bir dâîdir, beşîr ve nezîr’dir... Nitekim Yüce Allah O’na: “Ey Nebi! Biz seni bir şahit, bir müjdeci, bir uyarıcı, Allah’ın izniyle bir davetçi ve aydınlatıcı bir ışık olarak gönderdik.”[32] diye hitap etmiştir

 Bu nedenlerle O’na itaat eden, Allah’a itaat etmiştir[33]; Allah’ın hoşnutluğu, rahmeti, sevgisi ve bağışlaması O’na tabi olmaya bağlıdır...[34] O’nu yeterince tanımayan, her şeyden çok sevmeyen, canından daha azîz bilmeyen, canını O’na feda kılmayan... Allah’ı sevdiğini söyleyemez; O’nu kendine örnek edinmeyen, sünnetine uymayan Allah’a kullukta başarılı olamaz...

 Sahabiler, O’nu gerçekten tanıyan, analarından, babalarından ve kendi nefislerinden daha çok seven, canlarından aziz bilen ve hayatlarını O’nun yoluna feda kılan münevver ve mükerrem insanlardır... Rasulüllah’ın tebliğiyle; eğitim ve öğretimiyle cehaletin karanlıklarından; içine düşmek üzere oldukları ateş çukurunun kenarından[35] kurtarılarak İslam’ın aydınlığına kavuşturulmuş güzîde bir nesildir... ‘Sahabe-i kiram’ adını böyle aldılar... Asr-ı Saadeti yaşadılar... Yüce Yaratıcı tarafından “orta bir ümmet”[36] ve “ümmetin en hayırlısı”[37] olarak tavsif edildiler ve kıyamete kadar bütün insanlara örnek gösterildiler...

İşte bütün bunlardan ötürü Rasulüllah (s.a.v.), Allah’ın âlemlere mahz-ı rahmeti[38] ve mü’minler için büyük bir nimetidir.[39] Allah’tan ve Rasulünden gelen her şey Müslümanların makbulüdür.

 Şu kadar var ki, Kur’an Allah’ın muhafazası altındadır: “Kuşkusuz Zikr’i biz indirdik, onun koruyucusu da biziz, biz!”[40] Bu nedenle şu anda ve dünyanın her yerinde Müslümanların elindeki Kelamullah hakkında hiç bir şüphe yoktur... Fakat Rasulüllah’tan ve Sahabe-i güzîn’den nakledilenler hakkında aynı şeyi söyleyemiyoruz. Raüsulüllah’ın vefatından yaklaşık bir asır sonra derlenen ve ancak insanların takati ve titizliği ölçüsünce sahih vasfını alabilen hadis mecmualarını ya da diğer kaynakları Kur’an’ın sihhatiyle karşılaştırmak ve tereddütsüz olarak hepsini sahih kabul etmek; bilhassa Kur’an’a aykırı olan rivayetleri Rasulüllüh’ın ya da adı geçen sahabinin sözüdür demek mümkün görülmemektedir.

 Muhaddisler içerisinde en titizi Buharî olarak bilinir. Hadis mecmuaları içerisinde en sahihi de Buhari’nin es-Sahih adlı eseridir, sonra Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, İbn Mâce ve Neseî Kütüb-i Sitte’nin diğerleri gelmektedir. Eğer doğru ise, deniliyor ki Buhari, es-Sahih adlı hadis mecmuasını 600-700 bin hadis içerisinden seçmiş ve tekrarlarıyla birlikte sekiz bin hadisten teşekkül ettirmiştir. Bunun iki ya da üç katı kadarını da diğer kitaplarına aldığını kabul edelim... diğer muhaddislerin şartları da göz önünde bulundurularak  yaklaşık 100 bin hadis sahih sayılsa, 500 bin hadis, tahkik ehli muhaddislerimizin sihhat şartlarına uymadığı görülecektir!...

 Şunu da özellikle belirtmeliyiz ki, bu sözlerimizle ‘sahih hadis yoktur’ ya da ‘sihhati meselesinden dolayı hadislerle amel edilmez veya güvenilmez’ demek istemiyoruz. Kesinlikle!... Fakat nesh gibi, Kur’an’ı ispat ya da iptal söz konusu olan ciddi ve son derece önemli konularda rivayetlerin mutlaka tahkik edilmesi gerektiğini söylemek istiyoruz.

 Mesela, “Rasulüllah buyurdu ki...” veya: “Hz. Ebu Bekir ya da Hz. Ömer dedi ki...” deniliyor. Acaba Rasulüllah veya sahabiler ya da diğerleri o sözü, gerçekten söyledi mi? Söylediyse, hangi makamda ve ne manada söyledi?... bunları tahkik etmeden ‘bu âyet mensuhtur, artık onun hükmü ile amel edilmez!” demek bizce son derece tehlikeli ve cesareti gerektiren bir sözdür!!!...

 O halde Kur’an, Kur’an ile ve tahkik edilip sihhatinden şüphe edilmeyen sünnet ile ve de ilim adamlarının bu ikisine aykırı düşmeyen sağlam nakil ve açıklamaları vasıtasıyla öğrenilmelidir; sihhati meşkuk, ravisi meçhul, manası şaibeli... bir kısım rivayetlere dayalı İslam, Kur’an ve Rasulüllah bilgisi olmaz!... Bunlara dayalı ahkam yaşanmaz!...

 Tartışılmakta olan bütün konular, özellikle sadedinde olduğumuz  nesh konusu da Kur’an’ın uzağında durup nakledilen rivayetler vasıtasıyla değil, doğrudan doğruya Kur’an’a gidilerek, Tefsir Usulü İlminin kendi metodolojisi çerçevesinde, ilim ve teknolojinin de katkısı ile bir an önce çözümlenmelidir. Asırlardan beri devam etmekte olan böylesi sonuçsuz tartışmaları sürdürmek suretiyle Kur’anı ve Müslümanları çıkmazlara sürüklemenin anlamı yoktur. 2000’li yıllara gelindiği şu sıralarda bile, İslâm iddiasında bulunanların Kur’an hakkında arkeolojik çalışmalardan bir türlü kurtulamayışının müslümanların başına dert üstüne dert açtığı bilinmelidir.

 Bir örnek vermek gerekirse, bize göre hem dünyevî  hem uhrevî cezayı içermekte olan ve de recmetmekten daha fazla tenkil /caydırıcılık özelliğine sahip bulunan Nur suresinin üçüncü âyeti, bu nesh problematiği yüzünden caydırıcılık özelliğini tamamen kaybetmiş, âdeta kamunun zihninden, dolayısıyla Kur’an’dan silinmiş durumundadır. Bu sureyi okuyan her mü’min, üçüncü âyeti de okuduğu muhakkak... ama bu âyet, bir üstteki âyet kadar dahi bir cezayı kendisine hatırlatmıyor! Bugün Müslümanlar arasında fuhuş giderek yaygınlaşmakta ve neredeyse halk arasında ‘normaldir’ anlayışına dönüşmüş vaziyettedir. Cenab-ı Allah’ın, dedi-kodusunu bile ‘azîm’ gördüğü[41], söylentisi karşısında tepkisiz kalmayı mü’minlere asla yakıştırmadığı[42], pislik noktasında şirke denk tuttuğu[43] ve irtikap edenin imanını kale almadığı[44] ve tevbesine iman şartını koyduğu[45] böylesi bir aşırılığın, ister cehalet, ister gaflet, ister zühul eseri olsun!... ‘normaldir’ şeklinde karşılanmasının ya da işlenmesinin bir mü’mine neye mal olduğu hiç düşünülmüş müdür?...

  Üçüncü tesbitimiz:

Kur’an’dan bir âyetin ya da pasajlar halindeki âyetler topluluğunun mana ve maksatlarını kavramak açısından bizim metodumuz şudur: Sözgelimi, Muhkem âyetlerden olan Bakara sûresinin 106. âyetini ele alalım. Öncelikle bu âyetin lafzı gramer yönünden tefsir ve tahlil edilmeli... metindeki ‘nesh’ ve ‘âyet’ gibi lügat manalarından başka terim halinde kullanılan anahtar kelime ve kavramların Arap dilinde kullanılan manaları; özellikle sahabilerin vahiy sürecinde bu kelimelerden anladıkları manâları araştırılmalı... sonra da siyak ve sibak bütünlüğü içerisende verilmesi gereken en uygun mana seçilmelidir...

 Bütün bu tefsir faaliyetlerinden sonra şayet maksut mana halâ anlaşılmamış ise, âyetin nüzul sebebi, yoksa indirildiği zaman psiko-sosyal, kültürel ve tarihsel bağlamı tahkik edilmeli... bu kelimelere Tefsir Usulü İlminin bir disiplin hâline gelmesinden sonra kazandırılan terim manaları tesbit edildikten sonra en uygun lügat manası ile terim manası karşılaştırılmalı... bu ikisinden, en uygun olanı verilmelidir.

 Biliniyor ki, bir âyetin lafzındaki ya da metin bütünlüğü içerisindeki mana ile, o âyetin inmesine sebep olan şey ya da durum ya da olay... tam olarak kavranır ve bu ikisinin birbiriyle örtüştüğü doğru olarak tesbit edilirse, o âyetin mana ve maksadı da tam olarak kavranmış olur.

 Herhangi bir âyetin gerçekleştirmek istediği bir amacı ya da hedefi doğru bir biçimde tesbit etmek ise, ancak onun özünü, ruhunu kavramak; hatta Kur’an bütünlüğü içerisindeki duruşunu tesbit ile mümkündür.

En azından böyle bir metoda başvurmadan âyetten, hatta bütün halinde Kur’an’dan uzakta durup, sırf nakledilenler çerçevesinde manayı veya verilmek istenen mesajı  anlamaya çalışmak, onu anlamak değil nakledilenlerin delillerine ya da söz sahiplerinin etkili sözlerine bakarak bir tercihte bulunmaktan başka bir şey değildir. Kur’an karşısındaki bu duruşu, “Allah’ın Kelamını anlamaya mani” kabul eden İmam Gazzali, böyle bir tavrı, “nakledilen  tefsirleri korumak” olarak değerlendirmektedir.[46]

 O halde Kur’an’da neshin varlığı hususunda delil olarak kullanılan âyetlere yönelmek, bu ayetleri kendi metinsel ve tarihsel bağlamları içerisinde anlamaya çalışmaktan başka çaremiz bulunmamaktadır!...

Kur’anı anlamaya girişmeden önce yapılması gerektiğine inandığımız bu üç tespiti - Kur’an’ı tam ve sağlam olarak tarif edip, neye Kur’an dediğimizi mutlaka tespit etmeliyiz; Bize nakledilenler içerisinde sihhat bakımından hadislere ve sahabilerin görüşlerine güven ile Kur’an’a güveni bir tutmamalıyız; her dsiplinin, kendi problemlerini çözmek için geliştirdiği metodolojisinden yararlandığı gibi bizler de Kur’anı doğru anlayabilmemiz için mutlaka Tefsir ilminin metodolojisinden yararlanmalıyız – yaptıktan sonra nesh’le ilgili özellikle iki âyeti yakından tanıtarak bunlarda kast edilen özgün manayı kavramaya çalışacağız.

  Birinci âyet:

“Biz bir âyetin yerine başka bir âyeti değiştirip koyarken Allah neyi indirdiğini çok iyi bilmektedir. Dediler ki, sen bir müfterisin. Hayır, onların çoğu bilmiyorlar.”[47]

 Bu âyetin içinde bulunduğu Nahl sûresi Mekkî bir sûredir. Bi’setin yedinci yılı ile Hicretin ikinci yılları arasında pasajlar halinde indirilmiştir. Söz konusu ettiğimiz bu âyetin, bi’setin yedinci yılında indirildiği söylenmektedir.[48]

 Nakledildiğine göre, âyetin nüzul sebebini İbn Abbas şöyle açıklamıştır: şiddet ifade eden bir âyet indirilip, sonra da neshedilmesi sebebiyle Kureyş’ten bazıları, ‘Vallahi Muhammed arkadaşlarıyla alay ediyor; bugün bir şey emrediyor, ertesi gün onu kaldırıyor... anlaşılıyor ki bu âyetleri kendisi uyduruyor... dediler, bu ve devamındaki âyetler onlara cevap olarak indirildi.[49]

 Takdir buyurulur ki, buradaki ‘âyet’ten maksadın, istılahi manada hüküm içeren bir âyet olması mümkün görünmemektedir. Zira genel kanaate göre, ahkâm âyetleri hicretten sonraya, Medine dönemine aittir. Dolayısıyla neshten maksat da, “önce gelen bir âyetin hükmünün daha sonra gelen bir ayetin hükmü ile kaldırılması ya da değiştirilmesi” şeklinde tarif edilen nesh olamaz. Bu âyet, ya İbn Abbas’ın söylediği: “şiddet içeren bir âyetten sonra gelen ümit verici, müjdeleyip sevindirici bir âyet...” olarak kabul edilmeli veya âyet kelimesinin ilk akla gelen manalarının dışında diğer lügat manalarından buraya en uygun başka bir manası araştırılmalıdır. Biz de bunu yapacağız…

  İkinci âyet:

“Biz bir âyeti nesheder ya da unutturursak, ya ondan daha iyisini, ya da mislini getiririz. Sen, Allah’ın her şeye güç yetirdiğini bilmedin mi?”[50]

Öncelikle belirtmeliyiz ki, bu iki âyete göre Kur’an-ı Kerim’de nesh’den söz edildiği açıktır. Fakat bu âyetlerin söylemek istedikleri şey - hernekadar Yakup Bey arkadaşımıza göre açıksa da - bize göre açık ve net değildir. “ Biz daha iyisini veya mislini getirmediğimiz sürece bir âyeti ne nesh’ederiz ne de unuttururuz” demek istiyor, fakat ‘nesh’ettik...’ ya da ‘nesh’edeceğiz...” demiyor; ‘neshetmedik’, ‘neshetmeyeceğiz...’ de demiyor! “Eğer nesheder ya da unutturur isek...” diyor.

 O halde Allah Teala bu âyette neyi söylemek istiyor? Bunu analamak için şu üç hususa eğilmek zorundayız:

1- Bu iki âyetin söylemek istediği şeyi açıklayan Kur’an’da ya da Rasulüllah’tan mervî olup aynı zamanda Kur’an olma şartlarını taşıyan bir açıklama var mıdır?

 2- ‘Âyet’ kelimesi ile kastedilen mana, âyet kelimesinin istılahî manası değil de lügat manalarından hemen akla gelmeyen başka birisi olamaz mı?

 3- Özellikle ikinci âyetin siyak ve sibakı ne söylüyor? Bir de bunlara bakmak gerekmez mi?

Birinci soruya cevap, Rasulüllah (s.a.v.)’den bize, âyetteki müşkili halleden ve Kur’an olma şartlarını taşıyan mütevatir, ya da ona yakın derecede sahih bir açıklama intikal etmemiştir. Zaten etseydi, bu tartışma olmayacaktı... elimizde, sâdece sihhati tartışılmakta olan rivayetler mevcuttur.

Malumudur ki, doğruluğu kesin olmayan rivâyet /ahad haber ile amel, bazı şartlarda caiz olsa da, Kur’an’dan bir ya da bir-kaç âyetin hükmünü işlevsiz kılmak ya da Mushaf’tan /Kur’an’dan metin olarak ya da hem metin hem de hüküm olarak ihraç etmek gibi son derece tehlikeli bir konuda ahad haberle amel edilmesinin caiz görüleceğini sanmıyorum!...

 İkinci soruya cevap: Öncelikle altını çizmeliyiz ki, Kur’an’da ıstılahi manada âyet kelimesi hep, çoğul olarak kullanılmaktadır. Bu kelime Müfret olarak, tekrarlarıyla birlikte toplam 86 defa, tesniye olarak da iki defa kullanılmıştır. Bunlardan – üçünde tekrar olmak üzere – sadece dört yerde ıstılahi manada “Kur’an âyetlerinden bir âyet...” şeklinde kullanılmıştır[51]; bunlardan üçü yine çoğula nisbet edilmiştir; 82 yerde ise, hep delil, işâret, belge ve mucize manalarında gelmiştir.

 Ayrıca, işaret, alamet, delil, belge manasına gelen sübjektif şeylere olduğu gibi, Allah’ın kudret ve tasarruf gücüne delalet eden objektif şeylere de âyet denilmektedir. Misal, gece ve gündüz[52], Nuh ve gemidekiler[53], Salih’ın devesi[54], Meryem ve Oğlu[55] bu manada birer âyettirler; dolayısıyla Hz. Peygamber ya da O’nun vasıtasıyla gerçekleştirilen bir olgu da âyet kavramının bu manasına dahildir. Ayrıca âyet kelimesinin daha açığı ve açıklayıcı manasında ‘beyyine’ tabirinin Rasulüllah için kullanıldığını görmekteyiz. Sözgelişi Beyyine sûresinin ilk dört âyetinde ‘rasul’ kelimesi, iki defa ‘açıklayıcı ayet, belge’ manasında kullanılmıştır:

  “Beyyine kendilerine gelinceye kadar ehl-i kitaptan ve müşriklerden bir kısım inkârcılar görüş birliğinden ayrılmış değillerdi. O, Allah tarafından gönderilen ve en doğru hükümleri havi tertemiz sahifeleri okuyan bir elçidir.”[56]

“Kendilerine kitap verilenler, ancak o açık delil geldikten sonar ayrılığa düştüler.”[57]

 Bütün bu argümanlara dayanarak denilebilir ki, âyet kelimesi, neshin söz konusu olduğu bu iki âyette de ‘Allah’ın irade, kudret ve tasarruf gücüne ve yetkisine işâret eden delil, belge’  anlamında kullanılmış olma ihtimali daha büyüktür.

 Ohalde biz, bu âyetin söylemek istediği manayı tesbit amacıyla tefsir ve anlama faaliyetini sürdürmek zorundayız. Bu amaçla özellikle de Bakara sûresinin 106. âyetinin konteksine, yani siyak ve sibakına bakmalıyız. Eğer bu yöntemle de söylenilmek istenen maksut manayı kavrayamazsak, o takdirde âyetin metindışı bağlamına, yani esbab-ı nüzul, psiko-sosyal, kültürel ve tarihsel bağlamlarına müracaat etmemiz gerekecektir.

 Bakara sûresinin 106. âyetinin sibakı, 40. âyetten itibaren tam on sayfa; siyakında ise, 150. âyete kadar toplam 17 sayfada ve pasajlar hâlinde İsrail oğulları’ndan; Allah’ın onları âlemlerden üstün tutup lütfettiği özel nimetlerinden... Hz. Musa ile yaşadıkları serüvenlerinden; bunların, söz ve yeminlerine güvenilmez bir millet olduklarından... Tevratta ve İncilde haber verilmesinden dolayı gelmesini bekledikleri peygamberden; o peygamberi, oğullarını tanıdıkları gibi tanıdıklarından... beklenen peygamberin, kendilerinden değil de ümmilerden /Arap’lardan gelmiş olmasına öfkelenerek inkârlarından... vs. söz edilmektedir. Âyetlerin dökümü özet hâlinde şöyledir:

 40. âyet: “Ey İsrailoğulları!” hitabıyla başlıyor ve “Benim size lütfettiğim nimetimi hatırlayın da bana verdiğiniz sözü yerine getirin... yanınızdaki kitabı tasdik edici olarak indirdiğim âyetleri tasdik edin; hiç olmazsa onu ilk inkâr eden sizler olmayın... âyetlerimi üç-beş kuruşa satmayın... ” şeklinde devam ediyor.

 41. âyet, yine “Ey İsrailoğulları!” hitabıyla başlıyor ve devamında: “size lütfettiğim nimetimi, sizi âlemlerden üstün tuttuğumu hatırlayın.” deniliyor, sonra da Firavunun zulmü altında inledikleri günler... onun zulmünden kurtarılışları... denizi geçtikten sonra çölde kendilerine lütfedilen hazır ve kaliteli gıdalar ve diğer nimetler hatırlatılıyor... bunlara karşılık onların Musa’dan put istemeleri... Musa Tur’a gittikten sonra Samiri’ye uyarak buzağı heykeline tapmaları ve onca nimetin sahibine ortak koşmak suretiyle nankörülke karşılık vermeleri... bu aşırılıklarının bile affedilişi... Musa’ya, sen git, Rabbinle savaş biz sonra geliriz... şeklindeki isyanları... Cumartesi yasağını çiğnemeleri  vb. azgınlıkları 66. âyete kadar devam ediyor.

 67. âyetten itibaren, bir bakara kurban etmeleri emredilince, soruları artırmak suretiyle emri hafife almaları... Ölünün diriltilip katili söylemesinden sonra birazıcık yumuşayan kalplerinin daha sonra tekrar katılaşması, taştan katı hale gelmesi...

 75. âyette bunların ne kadar karakteri bozuk bir millet olduğu, dolayısıyla  inanmalarının bekelenmemesi gerektiği...

79. âyetten itibaren, kitaplarını nasıl tahrif ettikleri, sonra da “Allah’ın katındandır” diyerek insanları nasıl aldatıp mallarını aldıkları... ‘on emir’ olarak bilinen hususlara uyacaklarına dair söz verdikleri, ama dağ üzerlerine kaldırılmayınca söz vermeye yanaşmadıkları; yani, bunların iyilikle değil, ancak tehdid ile boyun eğdirilebilecek bir millet oldukları...  Hz. Musadan sonra peş peşe nice peygamberlerin gönderildiği ve en son olarak da Meryem oğlu İsa’nın gönderildiği... peygamberlerin bir kısmını işkence ile öldürdükleri bir kısmını da yalanladıkları... bütün bunlara rağmen âhiret yurdunun kendilerine has olduğu iddiaları ve bunlara verilen cevaplar... anlatılmaktadır.

 96. âyetten itibaren risaleti, onların arzu ettikleri şahıslara değil de yanlış yere götürdüğü için Cibrile düşman olmaları... kendilerinden ne zaman söz alınmışsa her defasında mutlaka ahitlerini bozdukları... bekledikler elçi, ellerindeki kitapları da tasdik edici olarak geldiğinde Allah’ın kitabını arkalarına nasıl attıkları... sihre düşkünlükleri... bozgunculuğu sevmeleri...

 105. âyette, Allah’ın, rahmetini dilediği yere tahsis edebilme iradesine sahip olmasına karşın, hem kitap verilenlerin hem de müşriklerin müslümanlara bir hayrın indirilmesini kıskanmaları... bu yüzden bunu yanlış bulmaları... Ve 106. âyette söz konusu ettiğimiz nesh hadisesi...

 Bu âyetin siyakında ise, müslümanlar kısa yollu bir uyarıdan sonra 108. âyette ehl-i kitaptan çoğunun, hasetlerinden ötürü inananların gerisin geri küfre dönmelerini arzu ettikleri... Yahudî ve Hristiyanlardan başkasının cennete giremeyeceği teraneleri... aslında aynı soydan gelmelerine rağmen bu iki topluluğun birbirlerini dahi istemeyişleri...

 115. âyette, doğunun da batının da Allah’ın olduğu... sembolik bir eylem olan kıbleye yönelmenin yalnız Allah’a teslimiyetin bir ifadesi olduğu...

 119. âyetten itibaren, Hz. Muhammed’i elçi olarak gönderenin Allah olduğu, dolayısıyla onun cehennemliklerden sorumlu olmadığı... dinlerine tabi olmadıkça ne Yahudilerin ne de Hırıstiyanların kendisinden razı olmyacağı... atalarının atası olan İbrahim (a.s.)’ın Allah’a teslimiyeti... Oğlu Yakub’un aynı yolu izlemesi... İbrahmin dininden yüz çevirenlerin kendini bilmezler olduğu...

 135. âyette hidayet üzere olmanın şartının ancak Yahudi ve Hristiyan olmak, şeklindeki yalanları... İbrahim’in, İsmail, İshak, Yakub ve esbatın yahudi ve hırıstiyan olduğuna dair iftiraları... Gerçeği Allah mı yoksa onlar mı daha iyi bidiği sorusu...

 142. âyetten itibaren kıblenin Kudüs’ten Mekke’ye çevrilmesi ve buna karşı itirazları... Bu değişikliklerin hepsinin, yalnızca Rasule tabi olacaklarla ökçeleri üzere geri dönecekleri tesbit amacıyla yapıldığı... kitap ehline hangi mucize getirilirse getirilsin Kâbe’ye yönelmeyecekleri...

 146. âyet ve devamında da, kitap ehlinin, kendi çocuklarını tanıdıkları gibi en son gelecek peygamberi tanıdıkları... bir kısmının bile bile hakkı gizledikleri... Peygamber’in her nerede olursa olsun, mutlaka Mescid-i Haram tarafına yönelmesi ve çizgisinden şaşmaması gerektiği öğütlenerek ehl-i kitapla ilgili konu tamamlanıyor...

 Sonuç.

İbrahim (a.s.)dan sonra peygamberler hep Yakub /İsrail(a.s.)’ın soyundan gelmişler; bu soydan en son olarak da İsa (a.s.) gelmiştir. Kur’an’da da zikredildiği üzere, İsa’dan sonra en son olarak bir peygamberin daha geleceği hem Tevrat hem de İncil’de haber verilmiş, nitelikleri açık açık belirtilmiştir. Allah Teala Hz. Musa’dan söz aldığı gibi Hz. İsa’dan da: ‘gelecek olan bu son peygamberi kavmine haber vereceğine ve her ikisinin de kavimlerinden bu doğrultuda söz alacaklarına’ dair söz almıştır.[58]

 Hristiyanlar, tanıdıkları ve geleceğini bekledikleri bu son peygamberin kendilerinden geleceğini iddia ederlerken; Yahudiler de, kendilerinden geleceğini ve geldiği zaman onunla güç bularak yeryüzünde üstün vaziyete geçeceklerini hep söyleyegelmişlerdi... Bu iki topluluk, oğullarını tanıdıkları gibi tanıdıkları en son peygamberin, âdet olduğu üzere kendi soylarından değil de İsmail(a.s.)’ın soyundan Araplar içerisinden gelmesini içlerine sindiremediler ve kıskançlıklarından dolayı âdeta çıldırdılar... İşte bu yüzden Hz. Muhammed’e karşı çıktılar, onu yalanladılar, Allah’ın âyetlerini inkâr ettiler... Bir zamanlar geleceği hususunda ittifak etmelerine karşın, geldikten sonra onun hakkında ihtilafa düştüler...

Bu tespit ve açıklamalardan sonra kanaatimiz odur ki, Kur’an’da nesh var... fakat metni veya manası veya hem metni hem de manası birlikte mensuh âyet kesinlikle yoktur;  Kur’an-ı Kerim’in kendisi nâsihtir...

 Mensuh denilen âyetlerin sayısını, Celaluddin es-Suyutî iyi bir iniceleme kavrama sonunda yirmiye, Dihlevî ise beşe düşürdüğüne dair sözlerini yukarıda naklemiştik. Biz de bu 20 âyeti teker teker yeniden inceledikten sonra kesin olarak gördük ki, hem Suyutî’nin hem de Dihlevî’nin ‘mensuhtur’ dediği âyetlerin hiç birisi mensuh addedilemez... Hem Suyutî’nin hem de Dihlevî’nin ‘mensutur’ dedikleri âyetlerden üçünün ‘neden mensuh sayılamayacağını’ yukarıda açıklamıştık. Diğer ikisin de dipnotta açıkladık[59]

 Kur’an’ın neshettiklerine gelince, bunları maddeler hâlinde ve çeşitliliklerine göre, şöyle sıralayabiliriz:

1. Allah’ın, Yakup(a.s.)’dan /İsrail itibaren o güne dek sürdürdüğü peygamber gönderme geleneğini /âyetini /sünnetini İsrail oğullarından /Yakup oğullarından kaldırıp İsmail oğullarına /Araplar’a lütfetmesidir.[60]

2. O zamana kadar câri olan muharref Tevrat ve İncil şeriatlarının tahrif edilmemiş cüzî bir kısım hükümleri Kur’an’da muhafaza edildikten sonra diğer kısmının kaldırılması ve yerine Hz. Muhammed’in risâleti sürecinde ikmal edilen ve evrensel boyut kazandırılan İslâm Dini’nin konulmasıdır.

 3. Kıblenin, Bakara sûresinin 144-150. âyetleriyle Mescid-i Aksa’dan Mescid-i Haram cihetine çevrilmesi olayıdır.

 4. Cahilyye dönemine ait ‘zıhar’[61] hükmünün Mücâdele /Mücadile sûresinin ilk âyetleriyle kaldırılmasıdır.

 5.‘Evlatlığın, evlat edinen şahsa değil asıl babasına nispet edilmesi ve o zamana kadar cari hükümlerin /hukuk de kaldırılması, yani öz evlat gibi telakki edilip onun hukukuna sahip olmasının kaldırılmasıdır.[62]

 6. Nur sûresi gelmeden önce, Tevrat ve İncil’e ya da Arap geleneğine göre uygulanmakta olan ‘recm’ cezasının kaldırılmasıdır.[63]

 7. En son olarak da şunu söyleyebiliriz: umum ifade eden bazı âyetlerin hükmünün, sonradan gelen âyetlerle tahsîs edilmesi(fertlerden bir kısmına ait kılınması); mutlak ifade ile gelen hükmün sonradan gelen âyet ile takyîd  edilmesi(şarta bağlanması) de, yukarıda değindiğimiz gibi sahabiler tarafından nesh olarak telakki edilmiş olabilir...

 Elbette Allah, ne kastettiğini en iyi bilir!...

 dipnotlar

* Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi

[1] .İ.bnu’l-Arabî, Ahkâmu’l-Kur’an, Mısır, 1957.....XXXX   Şatıbî, el-Muvafakat, çev. Mehmet Erdoğan, III/97 vd. (Mustafa Öztürk, Şatıbî’nin Kur’an’ı Anlamaya Yönelik Öncelikleri Üzerine Bir Çözümleme, İslamiyat, cilt 3, sayı 1, Ocak-Mart, 2000, s.88’den naklen.); ed-Dihlevî, Şah Veliyyullah Ahmed İbn İbrahim, el-Fevzü’l-Kebîr Fî Usuli’t-Tefsir, trc. Mehmet Sofuoğlu, İstanbul, 1980, s.34.

[2] .Şatıbî, a.g.e., III/97 vd.

[3] .Bkz.  ed-Dihlevî,a.g.e.,s.35. Hibetullah b. Selâme (ö.410 h.)’nin en-Nasih ve’l-Mensuh adlı eserinde bu sayıyı 222 olarak tesbit ettim.

[4] . Bkz.  ed-Dihlevî,a.g.e.,s.34-35.

[5] .Hibetullah b. Selâme, Ebu’l-Kasım(ö.410 h.) en-Nasih ve’l-Mensuh, Mısır, 1967, s.105-106.

[6] .Doğru söylemek gerekirse arkadaşımızın, “Emir ve yasaklar dedikten sonra, ‘bir de talep ifade eden cümlelerde...’ sözüyle neyi kastettiğini anlamış değilim!...

[7] .Gerçekler’den kastımız, mü’mine savaşta cesaret verecek, moral gücünü artıracak ve en zor durumda bile savaş alanını terkettirmeyecek olan dinî inançlarıdır. Sözgelimi, “Mü’minler diridirler, diğerleri ise ölü!....”(Enfal, 8/42);  “Mü’minler Allah’tan gelecek olan yardımı ummaktadırlar, gayr-ı müslimlerin ise böyle bir beklentileri yoktur....”(; “Eğer inanıyorsanız, en üstün sizsiniz...”(Al-i Imran, 3/139); “Allah mü’minlerle birlikte olduğu sürece sayıları çok da olsa düşmana bu üstünlük asla fayda vermeyecektir...”(Enfal,8/19); Savaştan kaçmak, Allah’ın gazabını ve cehennemde yanmayı gerektiren büyük bir suçtur...”(Enfal, 8/16); Allah yolunda öldürülmek, ölmek değil aksine gerçek hayata hemen intikal sürecidir, Rabbinin yanında, cennette  rızıklanrdırılmak demektir.(Bakara, 2/152;Al-i Imran, 3/169;Yasin, 36/20-27) Bu da mü’minler için yüce bir rütbe ve en mutlu bir sondur...”; Gazilik ise mü’minler için en yüce bir şereftir...” Bu nedenlerle gerçek mü’min fizikî ve moral gücünü zafer kazanmaya endekslemiş bir güçtür. Gayr-ı müslim ise, ahirete inancı yoktur... Bütün mutluluğu sağlıklı olarak hayatta kalmaya, kazandıklarını elinden çıkarmamaya ve ömrünü uzatmaya endekselmiştir... Şan, şeref gibi diğer talepler sonra gelir...

[8] .Enfal, 8/66.

[9] .Gerçekler’den kastımız, mü’mine savaşta cesaret verecek, moral gücünü artıracak ve en zor durumda bile savaş alanını terkettirmeyecek olan dinî inançlarıdır. Sözgelimi, “Mü’minler diridirler, diğerleri ise ölü!....”(Enfal, 8/42);  “Mü’minler Allah’tan gelecek olan yardımı ummaktadırlar, gayr-ı müslimlerin ise böyle bir beklentileri yoktur....”(; “Eğer inanıyorsanız, en üstün sizsiniz...”(Al-i Imran, 3/139); “Allah mü’minlerle birlikte olduğu sürece sayıları çok da olsa düşmana bu üstünlük asla fayda vermeyecektir...”(Enfal,8/19); Savaştan kaçmak, Allah’ın gazabını ve cehennemde yanmayı gerektiren büyük bir suçtur...”(Enfal, 8/16); Allah yolunda öldürülmek, ölmek değil aksine gerçek hayata hemen intikal sürecidir, Rabbinin yanında, cennette  rızıklanrdırılmak demektir.(Bakara, 2/152;Al-i Imran, 3/169;Yasin, 36/20-27) Bu da mü’minler için yüce bir rütbe ve en mutlu bir sondur...”; Gazilik ise mü’minler için en yüce bir şereftir...” Bu nedenlerle gerçek mü’min fizikî ve moral gücünü zafer kazanmaya endekslemiş bir güçtür. Gayr-ı müslim ise, ahirete inancı yoktur... Bütün mutluluğu sağlıklı olarak hayatta kalmaya, kazandıklarını elinden çıkarmamaya ve ömrünü uzatmaya endekselmiştir... Şan, şeref gibi diğer talepler sonra gelir...

[10] .Enfal, 8/66.

[11] .Enfal, 8/15-16.

[12] .Bakara,2/240.

[13] .Bakara, 2/234.

[14] .Bakara, 2/180.

[15] .Müslim,Rada’, 24.

[16] .Bkz. s.1.

[17] .Bkz.s.1,2.

[18] .Nisa, 4/113; Maide, 5/110;Yusuf, 12/22;Kehf, 18/65;Neml, 27/15;

[19] .Nisa, 4/160-161.

[20] .Bedrettin Çetiner, Kur’an’da Nesh Konusuna Değişik Bir Yaklaşım, s.3.

[21] .A’raf, 7/179.

[22] .Vakı’a, 56/79.

[23] .Iarak’ı ziyaretimiz esnasında şiilere ait camilerde, bilhassa Kerbela’da Hz. Huseyn Camiinde ve Necef’teki camide mevcut Kur’an nüshalarını bizzat inceledim ve bizlerdekinden farklı hiç bir yönlerinin bulunmadığını gördüm. Prof. Dr.Hayrettin Karaman ve Prof.Dr. Bekir Topaloğlu’nun da İran’a seyahatları esnasında oradaki Kur’an nüshalarını incelediklerini ve herhangi bir farklılığın olmadığını tesbit ettiklerini de Hayrettin beyin bir yazısında okumuştum.

[24] .Hibetullah b. Selame, a.g.e., s.5.

[25] .Bkz. Buhari, Hudud,30; Müslim, Hududu, 23;Ebu Davud, Hudud, 16; İbn Mace, Hudud, 9;İbn Kesir, Tefsir, VI/4.

[26] .Müslim,Rada’, 24.

[27] .Hibetullah b. Selame, a.g.e., s.5.

[28] .Bu nüshalardan biri İstanbul’da Topkapı Sarayında, biri Rusya’da diğeri ise İngilterededir. Muhmmed Hamidullah, 1993 yılı Ağustos ayında Paris’de kendisini ziyaretine gittiğimde, bu üç nüshayı bu ülkelerden istedim, inşaallah yayına hazırlayacağım demişti.

[29] .Bkz. Nisa, 4/113; Maide, 5/110.

[30] .İsra, 17/79.

[31].Kalem, 68/4.

[32]. Ahzab, 33/46,47.

[33] . Nisa, 4/80.

[34] .Al-i Imran, 3/31.

[35] .Al-i Imran, 3/103.

[36] .Bakara, 2/143.

[37] .Al-i Imran, 3/110.

[38]. Enbiya, 21/107.

[39] .Al-i Imran, 3/164.

[40] . Hıcr, 15/9.

[41] .Nur, 24/15.

[42] .Nur, 24/12-20.

[43] .Nur, 24/26.

[44] .Nur, 24/3; Furkan, 25/68,69.

[45] .Furkan, 25/70.

[46] .Gazzalî, İhya, II/290.

[47] . Nahl, 16 /101.

[48] .Bkz. Mehdi Bazargan, Kur’an’ın Nüzul Süreci, Ankara, 1999, Tablo:14.

[49] .Bkz. Kurtubî, el- Cami’ li Ahkâmi’l-Kur’an, II-61; Hazin, Lübabu’t-Te’vîl fî Maani’t-Tenzil, III/130; Sabunî, Muhammed Ali, Safvetü’t-Tefesir, Beyrut, 1981,II/143.

[50] . Bakara, 2/106.

[51] .Bkz.En’am, 6/4;Yasin, 36/46;

[52] .İsra,17/12.

[53] Ankebut, 29/14.

[54] .Âraf, 73; Hud, 11/64.

[55] .Mü’minun, 23/50.

[56] . Beyyine, 98/1-3.

[57] . Beyyine, 98/4.

[58] .Saff, 61/6.

[59] .Suyutî ve Dihlevî’nin mensuh saydıkları âyetlerden dördüncüsü şu Necvâ âyetidir:

“Ey iman edenler, Rasul ile özel olarak /gizlice konuşacağınız zaman, bu özel /gizli konuşmanızdan önce bir sadaka veriniz! Bu sizin için daha iyi ve daha temiz bir davranış olur. Eğer bu imkânı bulamazsanız, biliniz ki Allah çok bağışlayıcıdır ve çok esirgeyicidir.” (Mücadele, 58/12)

Belki de herkese ait bu ‘Yüce Zat’ın, kısa bir süre için de olsa, özel olarak alıkonulmasının bir bedeli olmalıdır’ gerekçesiyle verilmesi arzulanan bu sadakanın, aynı surenin şu 13. âyet ile neshedildiği söylenmektedir:

“Noldu!... Rasul ile gizli konuşmadan önce sadakalar vermekten çekindiniz mi? Bakıyorum da buna yanaşmıyorsunuz!...Haydi Allah sizi bağışladı... Namazı ikame ediniz, zekâtı veriniz, Allah’a ve Elçi’ye itaat ediniz! Allah yaptıklarınızın hepsinden haberdardır.” (Mücadele, 58/13)

Kanaatimizce bu iki âyette de neshin varlığından  söz edilemez. Çünkü mensuh denilen âyetin sonunda: “...Eğer bu imkânı bulamazsanız, biliniz ki Allah çok bağışlayıcıdır ve çok esirgeyicidir.” İfadesi, sadaka vermeye imkân bulamayanlar için hükmü zâten vacip kılmamıştır. İmkansızlık, yokluktan olabileceği gibi verme isteksizliğinden; malına kıyamamaktan dolayı da olabilir! Bu hususlar âyetin zımnından anlaşılabilir... O halde hangi sebepten dolayı olursa olsun, necvadan önce sadaka vermeyecek durumda olanlar peşinen bağışlanmıştır... 13. âyet de, İmkânı olanların Rasulüllah ile özel konuşmalarından dolayı sadaka vermesine engel teşkil etmez!...

 Suyutî ve Dihlevî’nin mensuh addettikleri âyetlerden beşincisi de şu âyettir:

Hz. Peygamber’i8 Mescid-i Aksaya yönelerek namaz kılması, daha önceki peygamberlerin şeratlerine göredir. Sonradan kıble Mescid-i Harama çevrilmiştir. Kıblenin değiştirilmesinde nesh vardır, fakat: ‘kudüse yönelip namazınızı kılınız...’ anlamında herhangi bir âyet olmadığı için mensuh âyetten söz edemeyiz...

Kanaatimizce, Rasulüllah’a recm ile ilgili âyet vahyedilmemiştir; o nedenle de İmam Mmushaf’ta ve elimizdeki Kur’an’larda böyle bir şey yoktur. Bu hususta anlatılanlar ahat haberlerdir. Yukarıda da açıkladığımız gibi ahat haberle Kur’an tespit edilmez!...

[60] .Bkz. Beyyine, 98/1/5; Bakara, 2/40-150.

[61] .Bkz. Duman, Prof. Dr. M. Zeki, Beş Surenin Tefsiri, Fecr Yayınları, 1999, Ahzab Suresinin  2-3. Âyetlerin Tefsiri.

[62] .Bkz. Ahzab, 33/2-3, 36-40. Duman, a.g.e., Ahzab Suresinin  2-3, 36-40. Âyetlerin Tefsiri.)

[63] .Bkz. Duman, a.g.e., Nur Suresi Üçüncü Âyetin Tefsiri.)

 

Site tasarımı Mehmet Akif Duman

Elektronik posta adresi