Prof. Dr. Mehmet Zeki Duman

Nüzulünden Günümüze Kur’an ve Müslümanlar

(Nasıl Okudular, Nasıl Okumalıyız?)

Prof. Dr. Mehmet Zeki Duman (20.11.2010)

 

ÜLKEMİZDE KUR’AN ANLAYIŞI VE MÜSLÜMANLAR

Bugün, “Anadolu’da Yaşanmakta Olan Türk Folkloründe Kur’an’ın Yeri Nedir?” konusunda bir araştırma yapılıp, inananların bu anlamda Kur’an’a yaklaşım şekilleri tesbite çalışılacak olsa, görülecektir ki, ölüler için Kur’an okuma ve hatim indirmenin haricinde daha birçok yerde Kur’an, indiriliş maksadının haricinde kullanılmaktadır. Biz bu konuda yaptığımız tespitlerimizi şöyle sıralayabiliriz:

1 -Yeni doğan çocuğa ad koymak. (Aşağıda bilgi verilecektir.)

2 -Fal bakmak; yapılması tasarlanan önemli işlere başlamadan önce, olumlu ya da olumsuz mesaj almak için Kur’an’dan bir sayfa çevirmek. Meselâ, tesadüfen açılan sayfanın sağ tarafında cümle Lâ ile veya olumsuz anlamlı bir cümle ile başlıyorsa işini yapma, olumlu bir cümle ile başlıyorsa, düşündüğünü yap demektir...

3 Bir kısım ayet ya da sureleri, hastalığın türüne göre derleyip bir muska hâline getirdikten sonra boyuna asmak ya da;

4 -Nazar değmesin diye nazar ayetini (!) bir hattata yazdırıp, güzel bir çerçeve hâlinde ev, iş yeri veya büroya asmak. (Aşağıda bilgi verilecektir.)

5 -Halk arasında “derma” tabir edilen cilt hastalığı sebebiyle oluşan yaranın üzerine “zabit kalem”le derma ayetini(!) yazdırmak. (Aşağıda bilgi verilecektir.)

6 -“Ümitsiz hastalara”(?), ya ölür veya şifa bulur, düşüncesiyle 40 Yasin okutturmak.

7 -Ölünün, 40. ve 52. geceleri için, hafız efendinin her gün Yasin Suresini bir defa okuyup, bir şişedeki suyun içerisine üflemesi. Ölünün kırkı için kırk Yasin, elli ikinci gecesi için 52 Yasin suresi okumak. (Ölü kabre konulduktan 52 gün sonra, yani 52. gecesinde vücudundaki etle kemiklerin birbirinden ayrılmaya başladığına inanılır. Okunan 52 Yasin ile bu işin ölüye zahmet vermeksizin geçekleşeceğine inanılır.) Bu süreler tamamlandıktan sonra o suyu götürüp ölünün mezarına boşaltmak...

8 -Büyük bela ve musibetlerden korunmak maksadıyla 1001 hatim indirmek ve Buharî Şerif okumak... (Aşağıda bilgi verilecektir.)

9 -Gelin, damadın evine indirilip evin eşiğinden ilk adımını atarken, Kur’an’ın altından üç defa geçirilir ki, yeni evinde Kur’an’a saygılı olsun!

10 -Kur’an ile hastaya “Kurşun Dökmek” Kur’an-ı Kerim’le birlikte bir kısım malzemeyi bir kalbur içine koyup hastaya kurşun dökmek. Böylece hastalığının sebebini dökülen kurşunun alacağı şekle göre tahmin ve tespit etmek…

Bunlar, Sivas, Kayseri ve Erzurum civarında, yer yer bazı farklılıklarla birlikte yaşanırken bizzat şahit olarak yaptığım kendi tespitlerimdir... Bunların dışında ve Türkiye genelinde bu tip adet ve töreler belki daha fazladır. Bu konuda özel bir alan araştırması yapılabilir…

İşin üzücü yönü, bu yörelerde, bu gibi işler genelde “iyi niyete” hamledilir ve bilge(!) kişiler ya da “güney müftüleri” tabir edilen kimseler tarafından: “Bırakın yapsınlar, ne zararı var?”, “Halkı Kur’an’dan soğutmak mı istiyorsunuz”... gibi ifadelerle de savunulur!

Kur’an’ın anlaşılarak okunmadığının, bilinçsiz bir şekilde yerli yersiz olarak kullanıldığının çarpıcı birkaç örneğini de, ibret olsun diye burada dikkatlere arz etmek istiyorum:

1 -Pek çok cami’nin mihrabının üzerinde şu ayeti görmek mümkündür:

“Zekeriya mihraba her girdiğinde…”

Biliniyor ki Hz. Meryem, annesi (İmran’ın karısı) tarafından, henüz hâmile iken Allah’a adanmıştı. İmran’ın karısı Allah’a adadığı bebeğini doğurunca alıp mabede getirdi.

Rabb’i tarafından da hüsni kabul ile kabul edilen bu bebeğin mabetteki bakımını, Zekeriya (a.s.) üstlendi… (Âli İmran, 3/44.)

Pek çok caminin mihrabında yazılı olan bu ayet, üzerinde yazılı bulunduğu mihraptan değil, Hz. Meryem’den, özellikle kendi kendine yiyip, konuşacak yaşa geldiği zamanki beslenme biçiminden bahseder... Ayetin tamamı ve anlamı şöyledir:

“Rabb’i de onun adağını ‘hüsni kabûl’ ile kabul buyurdu. Onu bir bitki yetiştirir gibi özenle besledi... Meryem’in mabetteki bakımını Zekeriya üstlenmişti. Zekeriya onun mabetteki odasına her girdiğinde, yanı başında bir yiyecek görürdü! Bir gün dedi ki: ‘Meryem! Bunlar sana nereden geliyor?’ Meryem de: ‘Bunlar Allah’ın katından gelmektedirler. Şüphesiz Allah, dilediği kimseyi hesapsız olarak rızıklandırır.’ cevabını verdi!” (Âli İmran, 3/37)

Ayetin tamamından anlaşıldığına göre, burada geçen “mihrab” kelimesi, mabed içerisindeki odalardan, Hz. Meryem’e tahsis edilmiş özel bir oda anlamındadır. Tefsirlerde, buraya merdivenle çıkıldığı kaydedildiğine göre, en az ikinci kattaki bir oda olabilir. Fakat ayette kastedilen, camilerde, kıble duvarının ortasında imamın namaza durduğu yerdeki niş değildir. Bu ikisi arasında sadece lafız benzerliğinden başka hiçbir ilişki mevcut değildir...

Görüldüğü gibi, ayetin ifade ettiği mananın kapsamlı olarak düşünülmemesi ve sadece lafzın okunması sebebiyle camilerin kıble duvarındaki mihrabın (niş) üzerine bu ayet yazılmakta, dolayısıyla anlamına uygun olmayan yerde bulundurulmaktadır.

Şayet caminin mihrabı, Kur’an’dan bir ayet ile tezyin edilmek isteniyorsa, buraya en uygun olan, Bakara suresindeki şu ayet olmalıdır:

“Namazda yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir!” Şayet bu ayet yazılmış olsa, bununla sadece duvarı süslemek maksadı güdülmeyip, aynı zamanda namaza dururken inananların, mihrab üzerinde görecekleri o ayet, kendilerine nereye ve niçin yöneldiklerini de hatırlatmış olacaktır.

2 -Sadece Türkiye’ye ait olduğunu sandığımız bir âdetimiz de şudur. Bu, sünnete uygun olması bakımından da güzel bir âdettir. Şöyle ki: Camilerimizde, cenaze namazı kılınacaksa, ölüyü bekletmemek ve bir an önce kabrine yetiştirmek amacıyla, o namazın arkasından tespih çekilmez, cemaat kısa bir duaya davet edilir ve acele ile namazı kılındıktan sonra kabristana götürülür...

Bir cenazenin zuhurunu işitmek, müminlerden birinin Allah’a yöneldiğini hatırlamak demektir. Bu, aynı zamanda bize bir gün gelecek, aynı akıbetle mutlaka karşılaşacağımızı hatırlatması açısından çok önemlidir. Böyle bir hatıra, müminin derhal istirca’da bulunmasını, yani “İnna lillahi ve inna ileyhi raci’ûn” (Bakara, 2/156) demesini icap ettirir. Bu bir Kur’an kültürüdür. Ayetleri yerinde kullanmak anlamına gelir...

Hâlbuki bugün Türkiye’de, camilerimizde müezzinler, cenazenin ilânı için genelde:

“Resulü’m, biz seni, âlemlere ancak rahmet olasın diye gönderdik.” (Enbiya, 21/107) ayetini okumaktadırlar!

Oysa “Vema erselnake illa rahmeten lil âlemin” ayetinin yerine, Allah’ın beğenisine ve sünnete uygun olarak: “Başlarına bir musibet geldiği zaman, biz Allah’dan geldik, yine O’na döneceğiz…” anlamında “İnna lillahi ve inna ileyhi raci’ûn” ayetini okumak, Kur’an’ı tam olarak yerinde değerlendirmek anlamında makul ve makbul bir davranış olacaktır. Çünkü bu davranış aynı zamanda musibetle karşılaştığı zaman her Müslümanın ortak bir davranışıdır ve ayetle sabittir. “Ey iman edenler! Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım dileyin! Muhakkak ki Allah sabredenlerle beraberdir. Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin, aslında onlar diridirler, fakat siz bilemezsiniz Biz sizi, elbette biraz korkuyla, biraz açlıkla; mal, evlât, can ve ürünlerden noksanlaştırmakla deneyeceğiz. Sabredenleri müjdele! Onlar başlarına bir musîbet geldiğinde: ‘Kuşkusuz biz, Allah’a âidiz ve yine O’na dönmekteyiz!’ derler. İşte, onlara Rab’lerinden bağışlanma ve merhamet vardır; doğru yolu bulanlar da onlardır.” (Bakara, 2/153-156)

Peygamber Efendimizin de bu konuda şöyle bir tavsiyesi vardır:

Rivayet edildiğine göre Resulullah (s.a.v.) bir gece ashabı ile otururlarken aydınlandıkları lambaları söner. Hz. Peygamber, istirca’da bulunur, yani “İnna lillahi ve inna ileyhi raci’ûn” der.

Sahabeden biri:

– Ya Resulallah, bu da ne ki, musibet mi ki, istirca’da bulundun. Hiç lambanın sönmesiyle istirca’da bulunulur mu? deyince,

Allah’ın Resulü (s.a.v.), kulaklara küpe olması gereken şu cevabı verir:

– Mümine sıkıntı veren her şey musibettir, istirca’da bulunmayı gerektirir.

Bu hadisi nakleden Hz. Peygamber’in muhterem eşi Ümmü Seleme (r.a) bununla ilgili bizzat yaşadığı bir tecrübesini şöyle anlatmıştır. Bir gün Ebû Seleme eve geldiğinde, “Bugün ben Resulullah’dan güzel bir şey öğrendim ve çok sevindim. Sana da öğreteyim mi?” dedi ve öğrendiklerini olduğu gibi bana anlattı. Gün geldi Ebû Seleme vefat etti. Âdetim üzere ezberlediğim şekilde: “İnna lillah ve inna ileyhi raci’ûn Allahümme ecirnî fî musîbetî ve’hlüf lî hayran minhü” diyerek istirca’da bulundum. Sonra da kendi kendime benim için Ebû Seleme’den daha hayırlı kim olabilir ki?!... dedim ve olamayacağını düşünerek kendi kendime söylediğim söze taaccüp ettim. İddetimi tamamladıktan sonra, Resulullah (s.a.v.) evimize teşrif buyurdular. Ben o esnada bir deriyi dabbağlamakla meşguldüm. Hemen altına temiz bir deri serdim ve oturmasını rica ettim. O oturunca, ellerimin kirini yıkamak üzere izin istedim. Geri döndüğümde bana dünür oldu. Dedim ki ya Resulallah! Ben, eşini çok kıskanan, yaşlı ve çocuğu çok olan bir kadınım; benimle evlenip ne yapacaksın? Buyurdu ki, kıskançlığını Allah giderir, ben de senin gibi yaşlı bir erkeğim, senin çocukların aynı zamanda benim de çocuklarım olur. Resulullah (s.a.v.) ile evlendikten sonra bir gün, Ebû Seleme öldüğü zaman kendi kendime söylediğim sözü düşündüm ve dedim ki, ‘Allah, gerçekten daha hayırlısını veriyormuş!’ (İbn Kesir, Tefsir, I/285)

Camide, cemaate iştirak etmişsiniz. Namazın sonunda bir mümin kardeşinizin, cenaze namazı kılınmak ve defnedilmek üzere hazır beklediği, bu sebeple tespih çekilmeyeceği, daha önemli olan cenaze namazının kılınacağı cemaate duyurulmaktadır. Böyle bir durumda “İnna lillah ve inna ileyhi raci’ûn” ayetini okuyarak durumu cemaate ilân etmek, hem sünneti yaşamak hem de Kur’an’dan bir ayeti, yerinde değerlendirmek, kanaatimizce yerinde bir iştir...

3 -Kur’an’ı yanlış değerlendirmenin bir kötü örneği daha: Ayetin nüzul sebebi olarak nakledildiğine göre müşrikler, ne yaptılarsa Hz. Peygamberi tebliğ davasından vazgeçiremediler. Son çare olarak da, onu ortadan kaldırmak için nazarı keskin bir adam vasıtasıyla Resulullah’a (s.a.v.) nazar isabet ettirmek ve o yolla öldürmek ya da hasta etmek istediler...

İşte bu olayı anlatmakta olan ve müşrikleri kınayan şu ayet-i kerimeyi, Türkiye’de nazar değmesin maksadıyla birçok ev ve iş yerinde, çerçevelenmiş olarak duvarlarda asılı olarak görebilirsiniz:

“İnkâr edenler, Zikr’i (Kur’an) işittikleri zaman, neredeyse nazarlarıyla senin ayağını kaydırıp devireceklerdi. Diyorlardı ki, şüphesiz o delidir. Oysa Kur’an, âlemler için öğütten başka bir şey değildir.”. (Kalem, 68/51-52.)

Ayetin maksat ve manasını tanıdıktan sonra sormak ve düşünmek lazım, bu ayetin nazar değmemesi konusunda bir dua anlamı var mıdır? Bu ayet bize evlerimizi, dükkânlarımızı ve iş yerlerimizi, nazardan korumak maksadı ile mi indirilmiş, yoksa Kur’an’ı gerektiği şekilde takdir edemeyen; Resulullah’ın vahiy esnasındaki durumunu yanlış değerlendiren müşriklerin bir aptallıklarını mı anlatıyor?

4 -Bir başka yanlış daha: Halk arasında “derma” diye bilinen bir cilt hastalığı vardır. Müslüman halkımızın bir kısmı bu hastalığı, tıbbî ilaçlarla değil de çoğu kez, birilerine yazdırmak suretiyle tedavi ettirme yoluna giderler! Bu hastalığın tedavisi için yazılan yazı ise şudur:

“Yoksa müşrikler bir işe kesin karar mı verdiler, biz de kesin kararlıyız…”. (Zuhruf, 43/79.)

Allah’dan korkmadan hastaların eline, ayağına vs. azalarına yazılan bu ayetin o hastalığın tedavisi ile ne ilgisi var? Kur’an bunun için mi indirilmiştir?

5 -Bazı büyük bela ve musibetlerden kurtulmak, zararı def etmek için ilim heyetinin toplanıp “Buharî Şerif Okumaları”, “Bin bir Hatim İndirmeleri”, komadaki hastalar için “Ya ölür ya sağlığına kavuşur” diyerek “40 Yasin-i Şerif Okumaları!...” bunların hepsi, maalesef bugün ülkemizin çeşitli yörelerinde ve farklı biçimlerde uygulanmakta olan Kur’an’dan yararlanma şekilleridir(!)

Yanılmıyorsam, 1993 Yılında Bosna-Hersek için Erzurum’da, bu yörenin hafızları tarafından indirilen 1001 hatmin, Diyanet İşleri Başkanı  riyasetinde ve zamanın Başbakanının da katılımıyla duasının yapıldığı haberini televizyonlardan hep birlikte izlemişizdir...

Sanki Allah ve Resulü, Kur’an’da musibetlerden korunmak için tedbirler getirmemiş, uğranılan zararı def etmek için Kur’an’da çareler önermemiş, hastalıklardan şifa bulmak için tedavi olmayı emretmemiş gibi, savaş ya da başka bir musibet esnasında hatim indirmek, Buharî Şerif okumak, kırk Yasin indirmek suretiyle tedbirler düşünülmektedir!

“Onlar için gücünüz yettiği ölçüde kuvvet ve savaş atları hazırlayın; bunlarla hem Allah’ın düşmanını hem kendi düşmanınızı hem de bunların dışında sizin bilmeyip Allah’ın bildiği diğer düşmanları caydırırsınız! Allah yolunda harcadığınız her şey size tam olarak ödenecektir; asla haksızlığa uğratılmazsınız!” (Enfal, 8/60) Bu ayetin izahı şudur: Resulullah (s.a.v.), “Kuvvet atmaktır.” buyurmuş, ama bunu ok atmak, mızrak atmak, taş atmak gibi herhangi bir şeyle sınırlandırmamıştır! Kadi el-Beydavî, “Kuvvet, savaşta kendisiyle güç kazanılacak her şeydir.” (el-Beydavî, Envaru’t-Tenzil, I/400) derken, İbn Kesir de, Resulullah’ın “Ok atın, ata binin, ama ok atmanız ata binmenizden daha iyidir.” hadisine dayanarak kuvveti savaş yeteneğini geliştirme ve askerî eğitim öğretime önem verme, anlamında yorumlamıştır. (Bkz. Tefsir, III/321) Bugün savaş söz konusu olduğunda kuvvet kavramı, Hava Kuvvetleri, Kara Kuvvetleri ve Deniz Kuvvetleri ile ifade edilmektedir. Ayrıca nükleer güç de aynı kavrama dahildir.

“Savaş atları,” bu ayetlerin indirildiği zaman nadir bulunan vasıtalardan olup misyonu açısından çok önemli idi. Söz gelimi; Bedir’de müminlerin iki atlısı vardı. Buna rağmen bu fikrin, sadece ata inhisar edilmemesi gerekir. Çünkü ayetin lafzı her ne kadar attan bahsetse de özünde, atın yerini alacak ve onun fonksiyonunu daha iyi gerçekleştirebilecek mobilize güçlere işaret ettiği muhakkaktır. Kaldı ki savaşta at, her çağda önemini korumuş ve korumaktadır. Müminler, Bedir savaşına bakıp da “Nasıl olsa Allah bizimle beraberdir...” “Allah savaşta bize kafidir...” gibi düşüncelerle savaşa hazırlanmayı ihmâl etmemeli; aksine savaşı kazanmak için üzerlerine düşeni, fazlasıyla yapmalıdırlar.

“Allah’ın düşmanları”ndan maksat, her devirde Allah’a ve elçisine karşı gelen ve dininin yayılmasına mani olan her kimsedir. “Sizin düşmanlarınız” yani dinleri sebebiyle Müminlerle savaşan, onları yurtlarından çıkarmak isteyen ve bu iki hususta düşmanlarına yardım edenlerdir. (Mümtahine, 60/9) “Allah’ın bildiği, fakat sizin bilmediğiniz başka düş-manlar...” ise, deniz aşırı topluluklarla nerede ve ne zaman düşmanlığını ilân edeceği bilinmeyen gizli düşmanlar veya herhangi bir sebepten ötürü düşman olacak dostlar kast edilmiş olabilir!... Demek ki, savaş için hazırlanacak caydırıcı kuvvet, sadece devletin bütçesi ile değil, icabında halkın maddî manevî katkısıyla oluşturulabilecektir. Buna göre her Müslüman, gücü neye yetiyorsa o ölçüde ordunun gücüne katkıda bulunmalıdır. Tabiîdir ki Allah (cc), uğrunda harcanan hiçbir emeği ve hiçbir masrafı karşılıksız bırakmaz. (Bakara, 2/143) İnananlardan kim Allah yolunda malını harcarsa, karşılığı ona hiç eksiltilmeksizin tam olarak, hatta 10 katından 700 katına kadar daha da artırılarak ödenecektir. (Bakara, 2/270)

“Bu topluma ne oluyor? Nerdeyse söz anlamayacak durumdadırlar!” (Nisa, 4/78)

6 -Yeni doğan çocuklara isim koymak: Yeni doğan çocuklara Kur’an’dan isim bulup koymak da Anadolu’nun bazı yörelerinde yaygın bir gelenektir.

Belki denilecektir ki, Kur’an’da bahsedilen faziletli insanların isimlerini bulup çocuğa, onun ismini koymanın yadırganacak neyi var? Mesela, peygamberlerden birinin ismi bu vesileyle konulsa, kötü mü olur?

Elbette böyle bir isme ve ad koyma şekline söylenecek hiçbir söz olamaz. Fakat yaygın olan geleneğe göre, durum hiç de öyle zannedildiği gibi basit değildir. Yapılan iş, bu konuda da Müslümanların bilinçsizliğini sergilemektedir. Şöyle ki, Kur’an herhangi bir yerinden açılır; tesadüfen açılan sayfanın bir satırı üzerine parmak basılır, eğer bir isme tesadüf edilirse, oradaki isim ya da kelime çocuğa ad olarak konulur. Bunu yaparken, bir kısım insanlar, akıllılık edip sadece o satırda değil sayfanın tamamındaki isim olabilecek kelimeleri seçerlerken, bir kısmı buna da dikkat etmez ve çoğunlukla parmak basılan kelimeyi çocuğa ad olarak koyarlar. Bunun sonucunda da: Resulullah’ın (s.a.v.): “Çocuklarınıza güzel isimler koyun...” tavsiyesine rağmen, Türkçede karşılığı taş, toprak, put vb. eşya isimleri; bazen de makul hiçbir anlam ifade etmeyen kelimeler insan adı olarak karşımıza çıkmaktadır!

Bunlardan ilk akla gelenler: “Safa”, Mekke’de, belli bir tepenin adıdır. “Merve”, safanın karşısındaki tepenin adıdır. (Safa ve Merve kelimelerinin her ikisinin lügat anlamı da sert, yalçın kaya demektir.) “Hacer”, taş anlamınadır. “Turabi”, toprak, toprağa mensup; “Memati” ölüm anlamındadır. “Sanem”, put demektir. “Beyti” veya “Beytullah”, evim, Allah’ın evi (Kâbe) anlamınadır. “Asiye”, isyankâr kadın anlamınadır; “Tükezziban”, “Ayet bütünlüğü içerisinde: Allah’ın hangi iyiliğini yalanlarsınız?” anlamınadır… “Hazel”, kendinden sonra gelen isme göre “bu bilinen...” anlamınadır. Yani devamındaki kısım olmadıkça bir mana ifade etmemektedir. Ünzile, indirildi; Tenzile, indirme; Aleyna, bize, bizim üzerimize...

Görülüyor ki, Müslüman Türk milleti, bugün, Hz. Ömer’in (r.a.) on dört asır öncesinde korktuğu hâle düşmekle kalmamış! Onu endişeye sevk eden durumun daha da ilerisine geçmiş vaziyettedir!

Hatırlayalım! O, adaletin timsali Hz. Ömer, “Basra’da Kur’an’ı ezberleyenlerin sayısı çoğaldı. Ya Ömer, onlara Beytülmal’den maaş bağlasanız!” diyen Ebû Musa el-Eşari’ye: “Onlara maaş bağlarsak, korkarım ki halk, Kur’an’ın, sadece lafzını ezberlemeye yönelir de manasını ihmal eder, bırak öyle kalsınlar...” demiş gelecekten endişe etmişti…

Üzüntü ile söylemek gerekirse, bugün Türk milleti, Kur’an’ın manasını ihmalden de öte, çok okumalarına rağmen, onu, olur olmaz her yerde kullanmaktadırlar… İşin daha da vahimi, Kur’an’dan indiriliş maksadı doğrultusunda yararlanılmıyor, anlaşılmıyor, toplum hayatında etkili olamıyor; tam aksine indiriliş maksadının haricinde, yanlış olarak, bazen de duvarları süslemek için, hastalıklardan, bela ve musibetlerden korunmak, tedavi olmak için kullanılıyor(!) Hâlbuki Kur’an’ın tedavi edeceği hastalık, imanla, ahlâk ile ilgili kalbi /manevi hastalıklarıdır, kalbin fiziki hastalığı değil! Allah Teala öyle buyuruyor:

“Biz, Kur’an’dan müminlere şifa ve rahmet olarak ayetler indiriyoruz.” (İsra, 17/82.)

"Kur’an, Kalp Hastalıkları için bir şifadır.” (Nesefî, el-Medârik)

Elmalılı bu ayeti şöyle açıklamıştır: “...Rayb (şüphe), nifak, küfür, şikak (tefrika ve Hakk’a karşı gelme), zulüm, udvan (düşmanlık), hırs, yeis (Allah’dan ümidi kesme), atalet, cehâlet, taklit, taassup, sû-i niyet, gibi ahlâkî, ictimaî, ruhî hastalıklara karşı Kur’an’ın (aynı şifa) bizzat şifa ve rahmet olduğu şüphesizdir.” (Elmalılı, Tefsir, V/3195)

“Ey insanlar, size Rab’binizden bir öğüt, gönüllerde olan hastalıklara bir şifa, müminler için bir hidayet ve rahmet gelmiştir.” (Yunus,10/57) ayeti de Kur’an’ın şifa oluşunun kalple ilgili, yani ahlâkî, ictimaî ve ruhî hastalıklarla ilgili, daha ziyade iman zafiyetinden kaynaklanan hastalıklar için bir şifa olduğunu açıkça ifade etmektedir.

Tüm kalpler bu illetle muzdarip, Kur’an’ın sunduğu öğüt ve hidayete pek çok ihtiyaç duyuluyor iken, tam aksine biz Müslümanlar, bireysel ruhî ve ictimaî hastalıklarımızı değil de, fizikî hastalıklarımızı Kur’an’la tedavi etmeye çalışıyor, yaralar üzerine ayet yazıyoruz!...

Sanki bu Kur’an duvarları süslesin,

Sanki bu Kur’an muska yapıp hastalara suyu içirilsin,

Sanki bu Kur’an yaralar üzerine yazılsın,

Sanki bu Kur’an hasta ve ölülere okunsun,

Sanki bu Kur’an mezarlıkta okunsun,

Sanki bu Kur’an üfürükçülük yapılsın,

Sanki bu Kur’an fal bakılsın,

Sanki bu Kur’an birilerine para kazandırsın,

Sanki bu Kur’an musiki ihtiyacını karşılasın,

Sanki bu Kur’an anlamaksızın, düşünmeksizin tilavet edilsin

diye indirilmiştir!

Hayır! Hayır! Hayır… bin defa hayır!!

Çünkü Allah Azze ve Celle:

“Sen ölülere duyuramazsın” (Rum, 30/52.) diyor!

“Sen kabirdekilere duyurmakla görevli de değilsin.” (Fatır, 35/22) Ölüler için görevlendirilmiş değilsin, demektedir!

“İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.” (Necm, 53/39.) diyor!

“Her nefis ancak, yaptığının karşılığı ile cezalandırılacaktır.” (Yasin, 36/54) demektedir!

“Allah, her nefsi ancak gücü oranında mükellef tutar. Her nefsin yaptığı iyilik kendi lehine, kötülükleri ise aleyhinedir.” (Bakara, 2/286)

“Hiç bir kimse, istese de başkasının günahını yüklenemez.” (Fatır, 35/18) diyor!

“And olsun ki biz, öğüt, ders ve ibret alınsın diye Kur’an’ı kolaylaştırdık. Hani, öğüt alan var mı?” (Kalem, 54/17, 22, 32, 40) sözleri kim için?...

Evet! Kur’an hakkı ve gerçekleri söylüyor. Ama kör taklit ve gelenekçilik ruhu, bu ayetlere rağmen, Müslümanları batıl, yanlış ve hurafelere sevk etmeye devam ediyor...

Öyleyse ne yapmak lazımdır, sorusuna verilecek cevap: Dini, din dışı gelenek ve göreneklerden, bid’at, hurafe ve efsanelerden arındırmak şarttır! Buna karşı çıkacaklar olsa bile, gerçek aydınlar, bu batıl şeylerle mücadele etmelidirler... Çünkü Allah Teala, Ahzab suresinde, en son Peygamber’i Hz. Muhammed vasıtası ile toplumdaki akıl ve mantık dışı olup aynı zamanda gerçekle ve realiteyle de hiçbir ilişkisi bulunmayan, fakat topluma sıkıntı veren zıhar, evlat edinme vb. altı adet geleneği toplumdan kaldırmak istemiştir. Bunu yapmadan önce, toplumda geleneklere körü körüne karşı çıkacakların olacağını da bilerek Peygamber’ini:

“Ey Peygamber! Allah’a karşı gelmekten sakın! Kâfirlere ve münafıklara sakın boyun eğme! Allah her şeyi bilmekte ve yerli yerince yapmaktadır. Sen, sadece Rabb’inden sana vahy edilenlere uy! Muhakkak ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır. (Olacaklar karşısında da) Allah’a tevekkül et/dayan! Zira vekil olarak Allah sana yeter…” (Ahzab, 33/1-3.) ayetiyle uyarmış, arkasından da şöyle demiştir:

“Allah hiçbir insanın içinde iki kalp yaratmadı; kendilerine zıhar yaptığınız hanımlarınızı sizin analarınız (Burada zıhar ve evlâtlık, geleneğin doğrusuna(!) örnek gösterilmiş olabilir. Zıhar, bir kişinin hanımına: “Sen bana anamın sırtı gibisin.” deyip onu annesine veya annesinin sırtına benzetmesidir. (Rağıb, Müf¬redat, ‘ZHR’ mad.) Bu geleneğe göre, bu sözü söyleyen koca, artık anası sayılacağı için o hanımıyla evlilik hayatını sürdüremeyecektir. (Zihar ve kefâreti için bkz. Mücadele, 58/1-4)), evlâtlıklarınızı da sizin öz oğullarınız yapmadı! (Arapçada da’ıyy (çoğ. ed’ıya) bir başkasına nispet edilerek çağrılan; oğulluk, evlâtlık anlamına gelir. Cahiliyye devri Arap geleneğine göre birisi, başkasına ait bir çocuğu evlât edinirse, o çocuk artık o şahsın oğlu ya da kızı sayılır ve babasına değil, ona nispet edilerek çağrılırdı. Baba ile öz evlât arasındaki mahremiyetler ve hukuk, evlât edinen ile evlâtlıklar için de aynen geçerli olduğu için evlâtlık ile evlât edinen birbirinin mirasçısı olurdu.) Bunlar sizin ağızlarınızın sözüdür. Allah gerçeği söyler ve doğru yola iletir!” (Ahzab, 33/4.)

Kuşkusuz, bu ayetteki kalp, pek çok ayette olduğu gibi (Bkz. A’raf, 7/179. Hac, 22/46.) yetişkin her insandaki zihinsel faaliyetlerin, yani anlama, düşünme, idrak ve temyiz gibi hakkı batıldan/gerçeği gerçek olmayandan, iyiyi kötüden, hayrı şerden, doğruyu yanlıştan vs. ayırt etmenin esasını teşkil eden akıl anlamında kullanılmıştır. O hâlde ayete şöyle mana verilebilir: “Allah, hiçbir kimseye, birbiriyle çelişen iki şeyin ikisini de, aynı anda doğru kabul edecek iki akıl vermemiştir…” (Bkz. Hac, 22/46; Secde, 32/99)

Doğrusu “Allah, hiç kimsenin göğsünde iki kalp yaratmadığı" gibi “Sen bana anamın sırtı gibisin.” demekle de bir kimsenin hanımını, onun anası, hiçbir evlâtlığı da, evlât edinenin öz oğlu yapmamıştır. Bunlar, hem realite hem de ahlâkî ve hukukî açılardan doğrulanamayan yanlışlardır.” (Nesefî, Medârik, III/293; İbn Kesir, Tefsir, VI/377)

Doğal olarak doğrunun temel kıstası, ölçütü akıldır; selim akla ters düşen, gerçeği yansıtmayan ve insanın mutluluğuna mutluluk katmayan bir kanun, töre ve gelenek ya da birileri tarafından doğru kabul edildiği için doğru olamaz. Zira Allah, hiçbir insana çelişkili iki şeyi aynı anda doğru kabul edecek iki akıl vermemiştir…

O hâlde “Babam öyle diyo…” diyerek Kur’an’ın yanlış yerlerde, anlamına uygun düşmeyen hususlarda kullanılması geleneğine de son vermek, isabetli bir iş olacaktır. Halk bu konuda uyarılmalı, hatta bilgi sahibi yapıp bilinçlendirilmelidir. Meselâ, Cenab-ı Hakk’ın: “Öğüt ver, şüphesiz öğüt ve nasihat müminlere fayda verir.” (Zariyat, 51/55) Tavsiyesi uygulanabilir… Yoksa ilim adamlarının öğüt ve nasihatleri halka tesir etmiyor mu?

Nakledildiğine göre bir adam Ebu’l Kasım el-Hakimi’ye sordu ki:

– “Üstad, neden selef âlimlerinin öğütleri halka fayda veriyordu da günümüz âlimlerinin nasihatleri fayda vermiyor?” O şöyle cevap verdi:

– “Çünkü selefden olan ilim adamları uyanık, halk ise uyuyor idi; uyanık olanlar uyuyanları daima uyandırabilirler. Günümüzün âlimleri ise uyuyor, halk ise ölmüştür, hiç uyu¬yan ölüyü uyandırabilir mi?”

Yine faziletli insanlardan biri, bir gün bir kabrin başında durmuş, ölüye telkin vermekte olan imamı şöyle bir süzdükten sonra gülümseyip geçmiş... Onun bu durumunu gören bir başkası yaklaşmış ve: Efendi, neden o şahsa bakıp ta güldün? Sebebini bize açıklar mısın? deyince, o zat şu cevabı vermiştir:

– Ölünün diriye telkin vermeye çalıştığını görmem, bana çok acaip geldi ve o yüzden elimde olmayarak gülümsedim, dedi.

Geleneksel İslâm’ı ve Kur’an okuma amaç ve şekillerini korumaya çalışan ekseriyetin yanında, bir kısım düşünen aydınlar, sanki yaşanmakta olan hâl fitne değilmiş gibi, “Halk arasına fitne çıkarmayalım” düşüncesiyle Kur’an’la ilgili bu menfi durum karşısında sessiz kalmayı tercih etmektedirler.

Oysa M. Akif gibi gerçek aydınlar bu durumun vehâmetini, her ortamda manzum ve nesir yazılarında, sohbetlerinde dile getirmeye çalışmaktan geri durmamışlardır. Mesela Merhum Mehmed Akif Kur’an hakkında: “Biz babalarımızdan böyle gördük” şeklindeki gelenekçi yaklaşım taraftarlarını eleştirmekten de geri durmamıştır:

“Böyle gördük dedemizden” sesi titrek titrek!

“Böyle gördük dedemizden” sözü dînen merdûd.

Acaba saha-i tatbiki neden nâ-mahdûd?

Çünkü biz bilmiyoruz dini. Evet bilseydik,

Çare yok göstermezdik bu kadar sersemlik.

“Böyle gördük dedemizden!” diye izmihlâli

Boylayan bir sürü milletlerin olsun hâli,

İbret olmaz bize, her gün okuruz ezber de!

Yoksa bir maksat aranmaz mı bu ayetlerde?

Lafzı, muhkem yalnız, anlaşılan Kur’an’ın;

Çünkü kaydında değil, hiçbirimiz mananın.

Ya açar Nazm-ı Celil’in bakarız yaprağına

Yahud üfler geçeriz bir ölünün toprağına

İnmemiştir hele Kur’an, bunu hakkiyle bilin!

Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için. (Safahat, II, 169)

Çare yok! İmam Malik’in de söylediği gibi, “Bu toplum ne ile yıkılmışsa, tekrar onunla doğrulabilir!...” Kur’an, mutlaka indiriliş amacına uygun olarak ve tilavetin hakkı verilerek okunmalıdır…

Prof. Dr. M. Zeki Duman

Nüzulünden Günümüze Kur’an ve Müslümanlar

(Nasıl Okudular, Nasıl Okumalıyız?)

Fecr Yayınevi

6. Baskı – Mart

 

 

Site tasarımı Mehmet Akif Duman

Elektronik posta adresi