Prof. Dr. Mehmet Zeki Duman
ALLAH’IN DİLEMESİ, HİDAYETİ VE IDLALİ’NİN KUR’AN’DAKİ ANLAMI Prof. Dr. M. Zeki Duman E. Ü. İlahiyat Fakültesi Öğrt. Üyesi Giriş Kur’an açısından bakıldığında evrenin merkezindeki en değerli varlık, hiç şüphesiz insandır... Başlangıçta “şey” bile değildi… Su, toprak, bitki ve insandan yaratılma süreçleri tamamlandıktan sonra, artık o belli bir ömre sahip, gören, işiten ve düşünen değerli ve mükemmel bir varlıktır... Yaratılmışların en üstünü, Eşref-i mahlukattır o… Ruh ve bedenden müteşekkil mükemmel bir sentez... Bu sentezi oluşturan unsurlardan birincisi Allah’tan, diğeri ise topraktandır… Canlılık, iradeli hareket ve idrak özelliklerine sahip ulvî bir cevher ile süflî bir maddenin vücut verdiği muazzam bir değer… Ahsen-i takvim üzere yaratılmış… En güzel surette biçimlendirilmiş… En temiz ve en değerli gıdalar ile taltif edilmiştir… Yüce Allah, “Ve lekad kerremnâ benî âdeme” ifadesiyle ona değer verip yaratılmışların pek çoğundan üstün tuttuğunu söylerken; Allah’ın Resulü de onu, “Eşref-i mahlukat…” olarak, yaratılmış değerler silsilesinin en başına yerleştirmiştir… Allah, hiç şüphesiz, her şeyi itkan ile olması gereken en güzel bir biçimde ve mükemmel olarak yaratmıştır. O’nun sanatında en ufak bir düzensizlik, ölçüsüzlük ve kusur bulunamaz… Maddî ve manevi yapısıyla insan ise, yüce Allah’ın yaratma sanatının şaheseridir… O nedenle, büyük kâinat olan dünya küçük dünya olan insan içerisine sığdırılabilmiştir… Bu özgün yaratılış karşısında Hz. Ali (k.v)’nin insana tembihi şudur: Hoşça bak zatına ki zübde-i âlemsin sen; Merdum-i dide-i ekvan olan Ademsin sen!.. Gerçekten de insan aklı, kavrayışı, fikri ve ürettikleriyle muazzam bir varlıktır… Nitekim bu gün, iletişim ve ulaşım vasıtalarının eriştiği baş döndürücü şu hız ve teknolojik gelişmeler, bunları icat edip kullanan insanın ilim ve idrak yönü ile ne kadar muhteşem bir varlık olduğunu göstermeye yetmektedir… Belki de o, bu yüzden Yüce Allah’ın yeryüzündeki halifesi ve İlahî emanetin yegâne muhatabı olmuştur… Varlık âlemi, sırf onun için yaratılmış, şu âlemde görülen, görülmeyen; erişilebilen, henüz keşfedilmemiş olan her şey onun hizmetine sunulmuştur. Tüm mükevvenat, bilerek ya da bilmeyerek ona hizmet etmektedir… Böylesine yüce ve muhteşem bir varlık olan insanın, elbette hiçbir amaç gözetilmeksizin yaratılmış olduğu veya boş yere yaratıldığı söylenemez! Allah, hiçbir şeyi oyun olsun diye de yaratmadığına göre, insanın da âlemlerin tamamından daha önemli ve değerli bir amaç için yaratılmış olması muhakkaktır. O hâlde insanın, hayatî denilebilecek kadar, hatta dünya hayatı ve onun için var edilenlerin tamamında daha mühim daha değerli olan yaratılış amacı nedir veya ne olabilir? Bu sorunun cevabını bulmak, denilebilir ki insanı da daha iyi tanımak hem de asıl kalıcı olan değeri belirlemek açısından çok önemlidir. Biz de bu sorunun cevabını Kur’an’dan araştırdık. Kanaatimizce şu ayetler bütün halinde hem insanın hem de onu kuşatan kâinatın tamamının yaratılış amacını bize tam olarak açıklamaktadırlar: “Ben cinleri ve insanları sırf bana kulluk etsinler diye yarattım…” “Sizi imtihan etmek, hanginizin daha iyi iş yaptığını görmek için ölümü ve hayatı yaratan O’dur. O karşı durulmaz güç sahibidir, çok bağışlayıcıdır...” “Allah, gökleri ve yeri önemli bir amaç için; herkes, hiçbir haksızlığa uğramaksızın kendi kazandığıyla cezalandırılsın diye yaratmıştır.” Bu ayetlerden birincisi, insanın sırf Allah için; Rabb’ini tanıması ve sadece O’na kulluk etmesi için yaratıldığını, O’ndan başkasına kulluk etmemesi gerektiğini söylemektedir. İkincisi Allah’a kulluğun mahiyetini ve ispat şeklini açıklamaktadır. Üçüncüsü ise kulluğun, imtihanın ve dünya ve ahiret hayatının asıl hedefini net bir biçimde ortaya koymaktadır. Bu demektir ki, varlık âleminin merkezinde yer alan insan, sadece Allah’a kul olup-olmama hususunda sınanmak için bu ölümlü dünyaya getirilmiştir. Geçici olan şu dünya hayatı ise, bir sınav ortamı olarak yaratılmıştır. Sınavın ve sınav ortamının yaratılış amacı ise, insanın aklı, hür iradesi ve çabasıyla asıl olan, gerçek olan ve ebedi vasfına sahip olan ahiret hayatıdır… Çünkü ahiret, salt hayattır, gerçektir ve ebedidir… O hayatta, sadece gerçek insanlar için yer vardır. Dünya hayatındaki imtihan ortamında Kulluk bilinci ve takva ile insanî vasıflarını korumakla kalmayıp, onları daha da geliştirip güzel ahlakıyla yücelten insanlar orada yaşayacaktır. Tam aksine doğuştan sahip olduğu insanî vasıflarını, kendisini diğer yaratılmışlardan üstün kılan değerlerini koruyamayıp düşüren, kirleten ve başkalaşan kimselerin ise o hayatta asla yeri bulunmamaktadır. Onların varacakları yer, az önce de söylendiği gibi cehennemdir… Cehennemde ise ne hayat vardır ne de ölüm… Sürekli olarak acılar, ızdıraplar ve feryatlar… bir anlık dahi olsa ara yoktur, rahatlama asla söz konusu değildir… Tabiî ki, böylesine önemli bir amaç için yaratılan insanın, en azından öylesine korkunç bir akıbetle karşı karşıya gelmemesi; bu sınavda felaha, ebedi kurtuluşa erebilmesi için insanoğlunun bir takım üstün meziyetlerle donatılıp tüm düşünce ve davranışlarında özgür bırakılması şarttır. Rahman ve Rahim vasfından başka “Kendisine rahmeti farz kılmış” olan Allah’ın emsalsiz ışıklar ve rehberlerle önünü aydınlatmış olması da gerekir… Nitekim Yüce Allah insan oğluna birbirinden daha üstün ve emsalsiz dört hidayet lütfederek onu nefsine, dünya hayatının cazibesine ve şeytanlara karşı desteklemiştir. Bu cümleden olarak ikisi istisnasız her insanın fıtratında sahip olduğu, diğer ikisi de fıtrattan getirdiği ilk iki hidayeti gerektiği biçimde kullandığı zaman yararlanabileceği toplam dört ışık ile desteklemiştir. Bunlar Fıtrî Din, Akıl, Peygamber ve Vahiydir. Bu da Allah’ın insana verdiği üstün değerin başka bir ifadesidir… İnsanın sahip olduğu üstün değerini, yaratılış amacını ve hedefini belirleyen bu gerçeğe rağmen, şimdi meallerini nakledeceğimiz şu ayetler Kur’an-ı Kerim’de sıkça tekrarlanmakta ve yeterince Kur’an bilgisine sahip olmayan pek çok okuyucuyu ister istemez endişeye sevk etmektedir: - “Allah dilemediği sürece onlar öğüt alacak değiller ya!” - “Alemlerin rabbi Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz!” - “Allah’ın hidayete erdirdiği kimse doğru yolu bulmuştur, Allah’ın dalalette bıraktığı kimseyi de irşad edecek hiçbir mürşid bulamazsın!” - Habibim! “Allah’ın hidayete erdirmediği kimseyi sen mi hidayete erdireceksin?!” - “Eğer biz dileseydik, onların hepsini hidayete erdirirdik!” - “Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir; gözlerine de perde çekmiştir. Artık onlar iman etmezler.” - “Biz onların önlerinden bir set, arkalarından bir set çekmiş ve onları setlerle çepeçevre kuşatmışız; artık onlar göremezler.” … - “Allah, hidayete erdirmek istediği kimsenin göksünü İslâm’a açar; sapıklıkta bırakmak istediği kimsenin göksünü de daraltır, sıkar; sanki o kişi, güçlükle göğe yükseliyormuş gibi göğsünde darlık hisseder. Allah, iman etmeyenlerin üzerine işte böyle bir murdarlık bırakır. Rabb’inin dosdoğru yolu işte budur…” Daha bunlar gibi pek çok ayette, lafzî görünümleri itibariyle, insanın dilemesi, doğru yolu bulması, sapıklığa dûçar edilmesi, gerçekleri görmemesinin… tamamen Allah’a bağlı olduğu söylenmektedir. O dilemedikçe hiç kimse dileyemez... O hidayete erdirmedikçe hiç kimse hidayete eremez… O dalalette bırakmışsa, artık o kimse için hidayet söz konusu bile olamaz… Kâfirlerin önlerinden ve arkalarından setler çekilmiştir… Onların kalplerine ve kulaklarına mühürler basılmış, gözleri ise perdelenmiştir; dolayısıyla onlar gerçekleri asla göremeyecekler, işitemeyecekler, anlayamayacaklar… Gerçi aynı Kur’an’da: - Allah zalimleri hidayete erdirmez… - Allah kafirleri hidayete erdirmez… - Allah fasıkları hidayete erdirmez… - Allah sapıkları hidayete erdirmez… - Allah müsrif, yalancıları hidayete erdirmez… deniliyor; Hatta: “Allah kendisine yönelen kimseleri doğru yola iletir …” denilmekte ise de, yine de ayetler teker teker ele alındıkları zaman hidayetin de dalaletin de Allah’ın elinde olduğu; insanın cüz’î iradesinin bile söz konusu olmadığı; insanın, zorlayıcı bir kaderin baskısı altında bulunduğu gibi bir kanaate varılabilmektedir. Oysa insan, pek çok ayete göre, hak ve özgürlükler sahibidir. Oysa Allah, insanı imtihan etmek; hangisinin amel bakımından daha iyi olduğunu deneyip tespit etmek amacıyla ölümlü dünya hayatı ile ölümsüz ahiret hayatını yarattığını söylemiştir… Oysa Allah, herkes kendi elleriyle ahiretteki yerini kazansın ve hiç kimse en ufak bir haksızlığa uğratılmasın diye gökleri ve yeri yarattığını da açıklamıştır… Bu ayetleri okudukları zaman, peki, hürriyeti elinden tamamen alınmış insanın imtihanı ve kendi elleriyle hak ettiği yeri kazanması nasıl mümkün olabilir? Bu bir çelişki değil midir? diyenler çoktur… Bu sorular, bu endişeler elbette yersiz değil. Teker teker ele alındıkları zaman ayetler arasında bir çelişkinin gözüktüğü de inkâr edilemez. Fakat bilinmelidir ki, Kur’an’ın konularına göre tanzim edilmiş bir kitap değildir. O nedenle Kur’an’a, belli bir bilgi donanımıyla, belli ilkler dâhilinde ve belli bir yöntemle yaklaşılmadığı sürece bu tip maksadını aşan anlayışlarla karşılaşmak kaçınılmazdır. Bilhassa ayetlere mana vermeye çalışan bir kimsenin, objektifliği sağlayan metodolojik hassasiyeti tamamen bir tarafa bırakıp toplumsal kişiliği ile bağlantılı olarak sübjektif değer ve yargılarını ön plâna çıkardığı zaman murad-ı ilahîyi tespit etmenin asla mümkün olamayacağı muhakkaktır. Asıl konunun izahına geçmeden önce bu iki hususa özellikle dikkat çekmek istedim. Kur’an açısından insan ve yaratılış amacından kısaca bahseden bu girişten sonra, şimdi de “Allah’ın dilemesi”, sonra da “Allah’ın hidayeti” ve “Allah’ın ıdlali/dalaleti” hakkındaki ayetlerin Kur’an bütünlüğü içerisinde nasıl anlaşılmaları gerektiği hususuna geçmek istiyorum. ******* “Allah’ın Dilemesi” Kur’an bütünlüğü içerisinde ele aldığımızda “Allah’ın Dilemesi” ile ilgili ayetlerin iki yönlü izah tarzının olduğunu düşünüyoruz. Birinci izah tarzı, İnsan ve Tekvir surelerinde iki defa geçmekte olan şu ayetin ışığındadır: وَمَا تَشَاۤءُونَ إِلاَّۤ أَنْ يَشَاۤءَ اللَّهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ “Âlemlerin Rabb’i Allah dilemediği sürece, siz dileyemezsiniz!” Öncelikle belirtmeliyiz ki, Kur’an’da, akıl ve irade sahibi olup olmamaları açısından iki tür varlıktan söz edilmektedir. Birinci tür, melekler, cemadat ve hayvanat gibi belli bir amaç için yaratılmış olup onun dışına çıkma imkân ve ihtimali olmayan varlıklardır… Bunlar, Fazlur Rahman’ın ifadesiyle akıl ve irade sahibi olmadıkları için “…ister-istemez müslim’dirler; mahiyetleri içlerine yerleştirilmiş kanunlar muvacehesinde hareket etme durumundadırlar… Denilebilir ki Hz. Musa’nın, ربنا الذي أعطي كل شئ خلقه ثم هدي “Bizim rabbimiz, her şeye yaratılışını veren sonra da yol gösterendir.” ayeti bunu söylemektedir. Bu durumdaki varlıklar, hangi amaç için yaratılmış ve nasıl bir görevi icra etmek üzere donatılıp kurgulanmışlarsa, mutlaka onu yaparlar; asla fıtratlarına aykırı iş yapamazlar… İkinci tür varlıklar ise, insanlar ve cinlerdir. Bunlar akıl ve irade sahibi olup aynı zamanda yükümlü ve sorumlu varlıklardır. Her insan, irade ve eyleminde serbesttir; bilhassa yetişkinlik çağına girdiği andan itibaren, Allah’ın emrine uyup uymamakta tercih yapma ve arzusuna göre iradesini yönlendirme yetisine ve özgürlüğüne sahiptir.” Fakat şu da bir gerçektir ki, hiçbir insan, aklını ve hür iradesini kullanırken bile, fıtratı icabı, asla Rabb’inden bağımsız da değildir! Her ne kadar organlar insanların âletleridir; kullanılmak üzere kendilerine verilmiş olsalar da, onlarla bile, Allah’a rağmen ne bir şey arzu edilebilir ne de yapılabilir... Meselâ; doğarken, yaşarken ve ölürken insanın kendi iradesi ve tercihi söz konusu değildir… Canlı bir organizma olan bedenin varlığı, işleyişi, organların, sinir sisteminin, hücrelerin v.s. işlevsel olarak varlıklarını devam ettirebilmeleri Allah’a; O’nun sürekli yaratmasına bağlıdır. Allah olmadan, sürekli yaratmadan veya lütfedip inayet etmeden hiçbir canlı veya hiçbir organ varlığını ve işlevini sürdüremez. Allah istediği an, canlı organizmayı durdurma kudretine de sahiptir... İnsanın, iradeli ve iradesiz olarak gerçekleştirdiği eylemlerinin tamamının bağlı bulunduğu organları, Cenab-ı Allah ile her an yaratan ve yaratılan ilişkisi içerisindedirler. İrade anında organların biyolojik işlevlerini sağlıklı bir biçimde yapabilmeleri, Allah’ın izni anlamına gelen bu ilişkinin sürekliliğine bağlıdır. Yaratan - yaratılan ilişkisinin kopması demek, organizmanın canlılığını yitirmesi demektir. Binaenaleyh, bir şeyi dilemek ve yapmak, öncelikle Allah’ın insandaki dilemek ve yapmakla ilgili organizmaları/sinir sitemini mükemmel bir biçimde yaratmasına ve kulun iradesi hâlinde o sistemin sağlıklı bir biçimde çalışır durumda hazır bulundurması esasına bağlıdır… İşte bu yüzden denilebilir ki, önce her insanın kendi varlığı, varlığının sağlıklı bir biçimde devamı ve iradesi doğrultusunda çalışacak olan organlarının düzenli bir biçimde işlevini yerine getirecek hâlde hazır bulunması esastır… Cenab-ı Allah’ın organlar üzerindeki hiç kesilmeksizin devam eden etkinliği/yaratması anlamındaki iradesi/küllî irade gerçekleşmeden, insanın cüz’î iradesini kendisiyle icra edebileceği aletleri kullanması mümkün değildir. Öyleyse zihnimiz ve bedensel her eylemimiz bizden önce gerçekleşmesi gereken mutlak bir eyleme bağımlıdır. Ancak ondan sonra biz aletlerimizi kullanma iradesini ve eylemini gerçekleştirebiliriz… Sözün gelişi, öfkelendiğim; daha doğru bir ifade ile öfkeme mağlup olduğum zaman, belimdeki tabancayı çekip karşıdaki insanı vurmak istediğimde, bu isteğimi gerçekleştirebilmem için, Mutlak iradenin, benim elimi belimdeki tabancaya götürebilme, tabancayı kavrayabilme, belimden çektiğim tabancayı şahsa doğrultabilme ve parmağımla tetiğe dokunabilme eylemlerimi gerçekleştirecek güç ve işlerliğin bende hazır bulunması şarttır. İstediğim zaman organlarımı iradem doğrultusunda kullanma güç ve imkânım olmazsa, tıpkı tetiğe dokunulduğu anda tutukluk yapan tabanca gibi, istemimi gerçekleştirmem mümkün olamaz… İşte bunun gibi, “Öğüt alabilmek” veya “Bir şeyi dileyebilmek” için, bendeki öğüt almak ve dilemekle ilgili zihinsel mekanizmanın da sürekli yaratılması ve isteklerim ve iradem anında ve doğrultusunda kullanılmaya hazır halde bulunması şarttır… Bu konuda sözün özü şudur: Bedensel varlığımız ve bu varlığımızın her an için kullanılabilir durumda hazır bulundurulması istek ve eylemlerimiz için alt yapı ve ön şart niteliğindedir; Yüce Allah bu altyapıyı mükemmel bir biçimde yaratıp hazır bulundurmadığı sürece biz ne dileyebiliriz ne de irademizi gerçekleştirebiliriz! Dilemenin alt yapısını O (C.C.) yaratacak, biz de o yapıyı kullanarak irademizi gerçekleştirme eylemine gireceğiz… “Allah’ın Hidayeti” ve “Allah’ın Idlali” Meşiet ve Hidayet’in Allah’a aidiyetini ifade eden ayetlerin ikinci izah tarzı ise şöyle olabilir: Öncelikle biliyor ve inanıyoruz ki “Allah her şeye güç yetirir.” “Hiçbir kimse O’nu (yapmak istediği bir şey hususunda) acze düşüremez!” “O bir şeyin olmasını istediği zaman, yapacağı iş, sadece ona ol demektir; o da hemen oluverir. Çünkü her şeyin mülkiyeti ve hükümranlığı O’nun elindedir.” Hiçbir kudret, O’nun yapmak istediği şeye mani olamaz. O mutlak güç ve kudret sahibidir; O’nun yapamayacağı hiçbir şey yoktur… Eğer O isteseydi, tıpkı İsrail oğullarının üzerine dağı kaldırıp da söz vermeye mecbur ettiği gibi, inanmak istemeyen, inkâr eden her insanın da – tabir caizse - ensesine basıp onu imana mecbur da edebilirdi… Fakat O, insan gibi akıl, irade ve bilinç sahibi yüce bir değere böyle bir muameleyi reva görmemiştir. Sonunda ebedî cehennem de olsa, onu fıtrî din, akıl, peygamber ve vahiy gibi dört mükemmel ışıkla aydınlatıp uyardıktan sonra, kendi hür iradesiyle baş başa bırakmayı insana layık görmüştür… İrade ve kudreti yönüyle Allah hakkındaki nihaî kanaatimiz ve inancımız budur. Ancak şu da Allah hakkında, Kur’an’nın bütününden anlayıp çıkardığımız ilkesel bir gerçektir: Dünya ve ahiretin yaratılış amacı ve Allah’ın adalet prensibi sebebiyle iman ve küfür, başka bir ifade ile hidayet ve dalâlet; her ikisi de kulun kendi hür iradesi ve kararlılıkla gerçekleştirdiği eylemlerinin bir sonucudur. Şöyle ki: Nur suresinin 35. (mişkât) ayetindeki sembolleri kaldırıp onların yerine koyduğumuz hakiki manaya göre, yüce Allah tüm insanların iyiliğini ve hidayetini istemiş, onlara fıtrî din, akıl, peygamber ve vahiy gibi emsalsiz dört mükemmel nur ile aydınlanma imkânını bahşetmiştir. Bu aydınlatıcı rehberlikten sonra onları kendi iradeleri doğrultusunda serbest bırakmıştır. Sorumluluğu da peygamber gönderme ve uyarma şartına bağlamıştır. Nitekim Allah, “Halkı gafil olduğu halde, zulüm ile hiçbir toplumu helak etmediğini” ve “Resûl gönderip uyarmadıkça hiçbir topluma azap etmeyeceğini” de Kur’an’da açıkça belirtmiştir… Kulun hayrına olacağı için, gönderdiği elçiler vasıtasıyla sürekli olarak imana teşvik etmiş, küfre/dalâlete mani olacak tüm tehditleri de indirdiği kitapları vasıtasıyla dehşet verici bir üslûpla kendisine duyurmuştur… Tüm bu gerçeklere rağmen O hiç kimseyi, istemediği hâlde ne hidayete zorlamıştır ne de dalâlete mecbur etmiştir. Zira “Dosdoğru yol ile sapıklık apaçık ortaya konulduktan sonra, artık, dinde zorlama olmaz…” Çünkü iman, En’am suresinin 97 -99. ayetlerinde işaret edildiği üzere, ilmin, kesin bir kanaat oluşturmuş kavrayışın ve irade ile tasdikin sonucu kalpte oluşan bir olgudur. Küfür ise aklı, basireti ve kalbi köreltmek; imana kapatmak demektir. Zorlama sonucu “İman ettim.” veya “İnkâr ettim.” sözleri, imanın da inkârın da doğasına aykırıdır. Hadd-i zatında yaratılış amacına da ters düşer. Bu yüzden Allah yetişkin hiç kimseyi imana zorlamaz! Ancak kul isteyip azim ve kararlılıkla iradesini eyleme geçirirse, Allah onun istediği şeyi gerçekleştirmesine kalbî ve biyolojik imkânları açısından izin verir. Söz gelimi doğru yola yönelişinden dolayı memnuniyetinin, sevgisinin ve hoşnutluğunun bir tecellisi olarak göğsünü İslâm’a daha da açar, onu dinde anlayış ve kavrayış sahibi kılar… Böylelikle şahsın istediği şeyi yaratmış olur. Fakat heveslerini tanrı edinen ve bile bile inkâr edip inkârında direten kimse, zaten bilerek ve isteyerek gözünü, kulağını ve kalbini gerçeklere karşı kapatmıştır; gönlünü ve meylini tamamen batıla kaptırmıştır. Hatta kendi tercihinden dolayı son derece memnundur. Yaptıklarını doğru ve güzel bulur. Olması gerekenin o olduğunu bile savunur… Bile bile Sırat-ı Müstakim’den yüz çeviren ve bunda kararlılık gösteren böylesi kimselerin de layıkı, İlahî adalet gereği, yöneldiği ve kararlılıkla yaşamakta olduğu dalalette bırakılmaktan başkası olamaz! Osmanlı dönemi müfessirlerimizden Ebu’s-Suud demiştir ki, her türlü irade ve eylemlerimizde olduğu gibi, hidâyetin de menat ve melaki, yani asıl kaynağı ve sahibi yüce Allah’tır ve ancak O’nun dilemesi ile gerçekleşebilir. Evet. Bu, Kur’an ve insan realitesi açısından son derece doğru bir tespittir… Ancak hidayet ve dalâlet hususunda Allah’ın keyfî bir izni ya da izin vermemesi diye bir şey de yoktur; bilhassa iman ve küfür hususunda kulun irade ve kararlı eylemlerine aykırı bir iradesi hiç olmaz! Çünkü Allah mutlak adalet sahibidir. Evren de bir amaç için yaratılmıştır. - O’nun için hiçbir mani alamaz! – ancak adalet vasfı ve yaratılış amacı öylesi keyfi bir tasarrufa manidir… Bu münasebetle denilebilir ki, dileme, irade ve kararlılıkla eylem kuldan, hidayet ya da dalalette muvaffak kılmak ise, adaleti gereği Allah’tandır. Son tahlilde deriz ki, hidayet üzere olanlar, Allah’ın lütfu ile kendi hür irade ve eylemleri sonucu iman ve hidayete erdirilmiş; dalâlettekiler ise, önlerine konulan ilahî rehberliğe ve tüm uyarılara rağmen, sırf kendi keyfî istekleri ve kararlı eylemleri ile doğru yoldan sapmışlardır... Kimler olduklarını bizler bilemeyiz, ama kendi bilgisine göre, Allah’ın kalplerini ve kulaklarını mühürlediği, gözlerine perde çektiğini söylediği kimseler, kendi hür tercihleriyle dalaleti seçmiş ve bunda kararlılık göstermiş kimselerdir. Onlar Hakka ve hakikate karşı kalplerini, kulaklarını ve gözlerini tamamen kapatmışlardır; dolayısıyla onlar iman etmeyecekler… Böylesi kimseleri ister uyar, ister uyarma, hiçbir şey değişmeyecektir… Arka arkaya meallerini arz edeceğimiz şu ayetler, hidâyetin de dalaletin de menat ve melakinin Allah olmasına rağmen, her ikisinin de insanın kendi hür irade ve eylemleriyle gerçekleştiğini açıkça söylemektedirler: “Peki, onlara ne oluyor da öğüt ve uyarıdan yüz çeviriyorlar! Tıpkı aslandan ürkmüş yaban eşekleri gibi kaçıyorlar. Hayır; onların her biri, önüne açılmış sayfaların verilmesini bekliyor. Hayır; hakikat onlar ahiretten korkmuyorlar. Hayır; kuşkusuz bu Kur’an bir öğüttür; ancak dileyen kimse ondan öğüt alır…” (Habibim!) Sana kâğıt parçalarına yazılmış bir kitap indirseydik de elleriyle ona dokunsalardı, inkâr edenler yine de: “Bu, apaçık bir sihirden başka bir şey değildir.” derlerdi.” “Biz onlara melekleri de indirsek, kendileriyle ölüler de konuşsa ve istedikleri her şeyi önlerine toplayıp koysak bile – Allah’ın dilemesi hariç – onlar kendiliklerinden iman etmezler! Fakat onların çoğu cahillik ediyor.” Evet, arkasını dönüp giderken hiçbir sağırı, aklını kullanmak istemeyen hiçbir düşüncesizi, hakikatleri görmek istemeyen hiçbir körü… fıtrî din, akıl, Peygamber ve Kur’an’dan daha üstün rehberlerle aydınlatıp kendi arzusu ile hidayete erdirmek asla mümkün değildir… Kur’an’da, bunun gibi daha pek çok ayet var; burada bunların hepsini nakletmek imkânsızdır… Bu naklettiğimiz ayetlerden ve açıklamalardan anlaşılıyor ki, Allah’ın ayetlerinden kaçan, peygamberinden yüz çeviren, inanmaları için önlerine getirilecek ikna edici her türlü belgeyi peşinen reddeden… Ahiret hayatına ise, asla ihtimal vermeyen… Bu konudaki tüm uyarılara kulak tıkayan… Sözünün edilmesine bile tahammül edemeyen, hatta içini bir sıkıntının bastığını söyleyip sözü kestiren kimseler… Elbette onların da akılları var, ama düşünmüyorlar… gözleri var, gerçekleri görmek istemiyorlar, kulakları var, dinlemek istemiyorlar… dinleseler bile dinlediklerinden öğüt ve ders almaya yanaşmıyorlar… İşte bu isteksizlikleri sebebiyle onlar kalplerini ve kulaklarını Hakk’a ve hakikate karşı mühürlemişler, gözlerine de perde çekilmişler… Aydınlanmaya ihtiyaç duymuyorlar… Bu yüzden Allah, onların artık inanmayacaklarına kesin kanaat getirmiştir... Böylelerini uyarmak için ne kadar çaba gösterilirse gösterilsin, onlar inanmazlar… Fakat şu da bir gerçektir ki, “Allah’ın hidayete erdirdiği kimseyi sapıklığa düşürebilecek hiç kimse yoktur; O’nun dalalette bıraktığı kimseyi de hidâyete erdirebilecek kimse yoktur…” Anladık ve gördük ki, hidayet de dalalet de kulun kendi isteği ve kararlı tutum ve eylemleri sebebiyledir … “Allah’ın hidayete erdirdiği kimse…”, sahabe örneğinde görüldüğü gibi, kendi iradesiyle araştırmış, peygamber ve vahiy yoluyla gerçekleri görmüş ve kesin kanaat getirdikten sonra da gözünü, gönlünü ve tüm benliğini İslâm’a açmış ve kalben Hakk’ı tasdik etmiştir. Artık onun iman özü, benliği ve kendisi gibi ayrılmaz bir karakteri olmuştur. Ondan kopması, benliğini yitirmesi anlamına gelir… Kalbi imanla dopdolu olduktan sonra, artık hiç kimse onu doğru yoldan saptıramaz. Nitekim nice sahabîler ağır işkencelere maruz bırakılmalarına rağmen “Ahad! Ahad!...” demekten vazgeçirilememiştir… Nebîler, Sıddîkler, Şehitler ve Salih müminler… hiç kimse bunları doğru bildikleri yoldan saptıramaz ve saptıramamıştır da… Son tahlilde deriz ki Allah, insanı “zikre değer bir şey bile değilken…” var etmiş, çeşitli evrelerden geçirerek yaratılışını tamamlamış ve en sonunda gerçekleri gören, işiten ve anlayan mükemmel bir insan yapmıştır. Bahşettiği dört ilahî nur ile ona doğru yolu da göstermiştir... Sonucuna katlanmak kaydıyla ister iman eder isterse inkâr... Eğer insan, aklını, zihnini ve gönlünü İslâm’a açar, tüm benliğiyle aydınlatılan dosdoğru yola akıp giderse, Allah da onu girdiği yolda seve seve muvaffak kılar. Yok, tüm ilahî ışıklara sırt çevirir, gönlünü doğru yoldan başkasına kaptırır ve göksünü İslâm’a tamamen kapatır; bahsedildiği zaman, aslandan ürken yaban eşekleri gibi, Kur’an’dan, Peygamberden ve İslam’dan nefret eden, hatta sözünün edilmesine bile tahammül edemeyen kimseyi de Allah düştüğü batıl yolda muvaffak kılar… Artık tercih, irade ve kararlılıkla yönelmek kuldan, yöneldiği istikamette muvaffak kılmak ise Allah’tandır. Zemahşerî, “Allah dilediği kimseyi nuruna kavuşturur…” ayetini tefsir ederken demiştir ki: “Allah, kullarından akıl gözüyle bakıp nefsinin insafıyla düşünen ve O’na ulaştıran caddeden sağa sola yalpalamadan yürüyen kulunu hidayette muvaffak kılar.” İsmail Hakkı Bursevî ise: “Allah, matluba kesin olarak ulaştıracak olan bu üst üste yığılmış muazzam ve harika nuruna, özel hidayetine, ancak kullarından isteyen kimseyi eriştirir…” SONUÇ Küfür ve dalâlet, gerçeği örtmektir, düşüncesizliktir, körlüktür; kişinin karanlıklara bürünmesi ve kendisine yabancılaşması demektir. Nitekim bu durum Nur suresinde şöyle tasvir edilmiştir: Onların durumu, “Yahut da bir dalga, onun üstünden ikinci bir dalga ve onun üstünden de bir bulutun kapladığı okyanusun dibindeki karanlıklar gibidir; evet, üst üste yığılmış karanlıklar... Kişi elini çıkarsa, neredeyse onu bile göremeyecek vaziyettedir! Allah’ın nurundan yararlanmayan kimse için başka bir nur nereden olsun! Artık yok öyle bir şey!” Karanlık ise, - İmam Gazali’nin de dediği gibi - ademiyettir /yokluktur. Gerçekten var olup vacibu’l-vücut olan yüce Allah’ı inkâr, insanın kendi kendisini yok sayması kadar abestir. İnanç hâline getirilmiş evham ve hayaller şahsı o kadar sarmıştır ki, onun gözü, kulağı ve kalbi tamamen körelmiştir. Tıpkı şu ayette tasvir edildikleri gibi: “Kuşkusuz onların boyunlarına bir takım tasmalar geçirdik; o tasmalar çenelerine kadar dayanmış; bu yüzden kafaları yukarıya kalkık, önlerini göremez hâlde yalpalamaktadırlar. Önlerinden bir set, arkalarından da bir set çektik ve onları dört bir yandan kuşattık; artık onlar göremezler. Onları uyarsan da uyarmasan da fark etmez; zira onlar iman etmezler.” Ayetteki ‘tasma taktık’, ‘set çektik’ ifadeleri, her türlü eylemimizde ilk ilkenin Allah olması sebebiyledir. Gerçekte tasmayı boynuna geçiren de önünden ve arkasından setler çeken de insanın kendisidir. Bunu ifada eden Kur’an’da pek çok ayet var. Mesela Kasas suresinin 57. ayetinde Ebu Cehil ve benzerleri, Hz. Peygambere ve okuduğu ayetlere tabi olmamalarının sebebini şöyle açıklamıştır: (Ey Muhammed!) “Sen sevdiğin kimsenin kalbine imanı koyamazsın; sadece Allah dilediği kimsenin kalbine imanı koyar. O, hidayete erecek kimseleri de iyi bilir. Diyorlardı ki: “Eğer biz, seninle birlikte doğru yola/Kur’an’a uyacak olursak, yurdumuzdan sökülür atılırız.” Peki, orasını her türlü ürünün katımızdan bir rızık olarak kendilerine sevk edilip getirildiği saygın, güvenli bir yer yaparak onları oraya yerleştiren Biz değil miydik? Fakat onların çoğu bilmezler.” Bu yüzden yüce Allah, kendilerini karanlıklar içerisine atanları, mecazî anlamda körler, hatta ölüler olarak nitelendirmiştir: “...Sen çağrını, ancak bizim ayetlerimize boyun eğerek iman eden kimselere işittirebilirsin.” “Kalbi iman ile dopdolu olduğu hâlde – tehditle inkâra zorlandığı için - yalnız diliyle inkâr eden hariç, kim imandan sonra göğsünü küfre açarak Allah’ı inkâr ederse, Allah’ın gazabı onlaradır ve büyük azap da onlar içindir. Bunun sebebi, onların dünya hayatını ahirete tercih etmeleridir. Muhakkak ki Allah, inkâr eden kimseleri asla sevmez. Allah’ın kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimseler işte bunlardır; gaflet içinde olanlar da bunlardır. Hiç şüphe yok ki bunlar ahirette de tamamen zarar eden kimseler olacaktır.” İşte bu gerekçelerle biz, hidayet ve dalâlet, iman ve küfür konularında Allah’ın dilemesinin, insanın dileyip iradeli olarak yönelmesine ve kendi hür eylemlerine bağlı olduğunu düşünüyoruz. Kul bilgi ve bilinç ile hidayeti ister, iradesini o yöne teksif eder ve kararlılıkla hidayetin gereklerini yaparsa, Allah o kul için: “Ben seni hidayete erdirmem!” demez! Çünkü kendi adalet ilkesi ve insanın yaratılış amacı bunu gerektirir. Dalâlete yönelenler için de durum böyledir… Kanaatimizce, Allah’ın dilemesinin insanın dileyip iradeli olarak yönelmesine bağlı olması Allah’a ne eksiklik getirir ne de acziyet… Çünkü herkesin kendi eliyle ahiretteki yerini kazanması ilkesini koyan da Allah’tır, O’nun adaleti de vaadi de kendisinin vazgeçilmez ilkesidir… Öyleyse Allah’ın adalet vasfı ve koyduğu ilkesi sebebiyle kulun eylemini gerçekleştirmesi, ancak O’nun yüceliğine kulun da hürriyetine delalet eder…

Site tasarımı Mehmet Akif Duman

Elektronik posta adresi