Prof. Dr. Mehmet Zeki Duman

KUR'AN-I KERİM'DE ‘ŞEFAAT' YA DA TIKANDIĞI YERDE İNSANA DESTEK OLMAK

“Kim iyi bir şefaat ederse, onun da o şefaatten bir payı olur; kim de kötü bir şefaat ederse ona da şefaatine denk bir pay verilir. Allah, her şeye muktedirdir.” (Nisa, 4/85.)

Şefaat denilince genellikle, mü'minlerin âhirette peygamberler, veliler ve şehitlerden bekledikleri şefaat akla gelmektedir. Bizim burada üzerinde duracağımız şefaat bu değildir. Gerçi ileride ona da kısaca değineceğiz ama asıl konumuz yukarıda, küçük başlık olarak mealini sunduğumuz âyetteki şefaattir.

Arapça'da şefaat, teki çift yapmak; tükendiği yerde birinin gücüne güç katmak; ihtiyaç ânında muhtaç olana eş olmak, onunla aynı yükü taşımak üzere yanına koşulmak; vesîle, aracı olmak gibi manalara gelmektedir.

Bu şefaatin, yaşanan hayatta pek çok çeşidi olmakla birlikte biz söyle düşünelim. Hani, devlet kapısında bir işimiz tıkandığında nüfuzlu bir dostumuza gider, deriz ya: “Ben, dosyamı tamamladım; yapmam gerekenlerin hepsini tam olarak yaptım; hiçbir eksiğim, kusurum yoktur... Fakat dosyam falan makama takıldı kaldı. Eğer ilgilenirsen çok memnun olurum...“ işte böyle bir şey...

Ragıb el-Isfehanî şöyle tarif etmiştir: Şefaat, yardım etmek amacıyla birisine eklenmek, katılmaktır. Çoğunlukla saygı ve rütbe bakımından yüce olan kimsenin aşağıda olan kimseye es koşulması, onu desteklemesi anlamında kullanılır. Kıyametten sonraki şefaat da bu anlamdadır. (Ragib el-Isfehanî, el- Müfredat, ‘SA' mad. s.263.)

Kurtubî de söyle demiştir: Şefaatin aslı, sayı bakımından çift olmaktır. Şefî' (şefaat eden) sözü, ihtiyaç sahibine eş olmasından dolayıdır. İhtiyaçları ânında insanlara yardımcı olmak, maddi, manevî gücünden başkalarını faydalandırmak bir şefaattir. (Kurtubî, el-Cami'li Ahkâmi'l-Kur'an, V/295.)

Anlaşılıyor ki şefaat, dünya hayatında insanların, kendi güç ve imkânları çerçevesinde işlerini yaparken bittikleri, artık tek başlarına onu amacına uygun olarak sonuçlandırmalarının mümkün olmadığı noktada imkânı olan bir başkasının, talebi olsun ya da olmasın, gücü tükenen insanın yanına koşulması ve rüşvet almaksızın, hiçbir menfaat beklemeksizin; sırf Allah rızası için o işi maksadına uygun olarak neticelendirinceye kadar gereken yardım ve desteği yapması işidir.

Bir insana, hiç karşılık beklemeden iyilik etmek, bitip tükendiği ânda işine el atmak, yardımcı olmak, başarmasına katkıda bulunmak... çok güzel şeylerdir. Ancak bunlar her zaman olması gereken hususlarda olsa, insanlık boyutunda kalsa ve haksızlıklara, kötülüklere vesile olmasa... elbette iyidir ve insanî bir davranıştır. Ne var ki sosyal hayatta şefaat, her zaman böyle olmuyor. Kötülerin ya da kötülüklerin şefaatçilerinin de olduğu görülmekte ve bilinmektedir. Nitekim şefaat kavramı Kur'an-ı Kerim'de iyi işler için kullanıldığı gibi kötü işler için de kullanılmıştır. Hayatta da öyle... O halde Şefaat, insanların işlerinin niteliğine göre değer kazanmaktadır. Söz gelişi iyi, akl-ı selim açısından makul ve meşru olan işlerde şefaat daima iyidir; kötü, akla, dine ve vicdana aykırı işlerde ise, asla şefaat edilmemelidir. Nitekim İslam’da şefaatin iyisi teşvik edilmiş, kötüsü ise ceza ile tehdit edilmiştir: “Kim birine iyi bir şefaat ederse, onun da yaptığı şefaatten bir payı olur; kim de kötü bir şefaat ederse ona da şefaatine denk bir pay verilir. Allah, her şeye muktedirdir.” (Nisa, 4/85.)

Allah Azze ve Celle de şefaati, “Şefaat-i hasene” ve “Şefaat-i seyyi'e” / iyi şefaat, kötü şefaat olarak iki kısma ayırmış ve her iki şefaat için de mutlaka bir payın olduğunu; şefaatlerinin niteliğine göre, aracıların şefaatlerini, karşılıksız bırakmayacağını açıkça belirtmiştir.

Meşhur müfessirlerimizden Bursavî buradaki şefaati söyle izah etmiştir: “Şefaat-i hasene”, Müslüman'ın hakkı gözetilen, kendisinden şer uzaklaştırılan, ona iyilik sağlanan, Allah’ın rızasından başka hiç bir şey beklenmeyen ve rüşvet alınmayan şefaattir. Şefaat, dinde caiz olan işlerdedir; haklardan bir hakta ve uygulanması gereken cezalardan bir cezada / hadd şefaat caiz değildir. “ Şefaati seyyie” ise, Hasene'nin zıddıdır ...”(İsmail Hakkı Bursavî, Ruhu'l-Beyân, II/249)

Nitekim Benî Mahzum kabilesinden hırsızlık etmiş bir kadını kurtarmak için Kureyş'ten hiç bir kimse Rasulüllah (s.a.v.)'a gitmeye cesâret edemedi. Sonuçta Resulün en çok sevdiği Zeyd'in oğlu Üsame (ra)'yı aracı olarak gönderdiler. Rasulüllah onlara şöyle dedi: “Ne yapmak istiyorsunuz? Benden, Allah’ın hadlerinden bir haddi düşürmemi mi istiyorsunuz?... Olmaz!... Allah'a yemin olsun ki, Hırsızlık eden kadın Muhammed'in kızı Fatıma da olsa, hiç tereddüt etmez, mutlaka onun da elini keserdim! (Bkz. Buhari, Fezailu Eshabi'n-Nebî, 18; Hudud, 18, Enbiya, 21/54'in tefsiri; Müslim, Hudud, 8...)

Tabiî ki Müslümana yakışan “Şefaat-i hasene”'dir. Kötülüğe aracı olmak, kötülüğü amacına ulaştırmak; birisine gayr-i meşru bir yarar sağlamak ya da hak etmeyen veya başkasına âit bir hakkı ele geçirmek isteyen kimsenin gücüne güç katmak, işini kolaylaştırmak, zulme destek olmak insana yakışmaz. Zira “Şefaat-i seyyi'e” her bakımdan haksızı desteklemek, zalimi sevmek, zulmü alkışlamak ve kötülüğe bilfiil iştirak etmek demektir. Daima mazlumun yanında olup, zâlimin hasmıyım diyen yüce Allah böyle bir destekçiliği, aracılığı, zulmü asla cezasız bırakmayacağını; yapan ne kadar günah ya da cezayı hak etmişse, şefaatiyle o ise katkıda bulunan kişiye de o miktarda ceza vereceğini vadetmiştir: “... Kim de kötü bir şefaat ederse ona da şefaatine denk bir pay verilir. Allah, her şeye muktedirdir.” (Nisa, 4/85.) âyeti bunu söylemektedir.

İnsanlar, özellikle Müslümanlar kötülüklerde değil; Allah’ın emir ve yasaklarına itaatte, iyilikte, insanların hayrına olan hususlarda yardımlaşmakla emr olunmuşlardır, dolayısıyla Allah'a ve Âhiret gününe inanan insanlar, iyilikte birbirlerine şefaat etmelidirler. Zira her insanın buna ihtiyacı olabilir; güçlerin, rızıkların tevzii bunu gerektirmektedir .(Bkz.Zuhruf, 43/32) İslam’da insanlık; mü'min-i kâmil böyle târif edilmiştir: “Allah’ın sana ihsan ettiği gibi sen de iyilik et!...” (Kasas, 28/77) “Ey Iman edenler! (...) İyilikte ve takvada yardımlaşınız; günahta ve düşmanlıkta birbirinize yardım etmeyiniz! Allah'tan korkunuz! Allah’ın azabı çetindir. ” (Maide, 5/2.)

Rasulüllah (s.a.v.) da inananları şefaat-i haseneye teşvik etmiş ve o yoldan kazanabilecekleri sayısız ecirden söz etmiştir: “Şefaat ediniz, ecirleniniz... Allah da Nebisinin lisanıyla sevdiği şeyi size hükmetsin (Bkz. Kurtubî, a.g.e., V/296.), dilediği ölçüde size ecir versin! (Bkz. Ibn Kesir, Tefsir, II/359.)

Kim, bu dünyada bir kardeşinin sıkıntısını giderirse, Allah da onun, kıyâmetteki tüm sıkıntılarını giderir ”(Bkz. Buhari, Mezalim, 3; Müslim, Birr, 59, Zikr, 38) buyurmuştur. Bunun aksi hizlândır; Rasulüllah (s.a.v.) bir mü'minin, kardeşini zor bir durumda görüp de ona yardım elini uzatmaksızın onu sıkıntısıyla baş başa terk edip gitmesini, mü'mine asla yakıştırmamıştır .”(Bkz. Ahmed, II/68,277...)

Müslümanlardan pek çokları ya menfaat için, veya insanlık(!) adına ya da eşim, dostum, akrabam, hemşehrim, vatandaşım... diyerek şefaat-i seyyi'e çeşidini de yapmaktan çekinmezler. Hatta bunun gerekli olduğu kanaatinde olanlar dahi çoktur... Özellikle, haklı ya da haksız demeden her davayı savunan avukatlar... Bunu yapanlar neticede şefaatleriyle işi amacına ulaştırmışlar; birisine bir şeyler kazandırmışlardır, ama hangi yetimin, yoksulun, mazlumun sırtından; nasıl bir yolla bir gasp suçuna, zulme iştirak ettiklerini düşünmezler. Bu saatçiliğin bir manada gaspın ya da haddi tecavüzün devlete, başka bir deyişle kamuya ya da bireylere karşı islenmiş olması fark etmez! Çünkü asıl olan, kime ve neye karşı olduğu değil; yapılanın / kötü şefaatin birisine haksız mal ya da çıkar sağlarken bir başkasına zulüm, haksızlık, adaletsizlik olarak yansımasıdır; gücün ve nüfuzun desteğiyle mazlumun “âh!...”ının alınmış olmasıdır. Atalarımızın: “Alma mazlumun âh'ını... çıkar âheste âheste...” veciz sözleri bile böylesi kişileri düşündürmemektedir!...

İbret alınması amacıyla Rasulüllah (s.a.v.)'in Asr-ı Saadetlerinde yasanmış olan bir şefaat-i seyyi' eyi, böylelikle savunulan bir hainin kötü akıbetini ve ona karşılık Allah’ın indirdiği ikazlarla dolu Kur'an'dan bir pasajı burada değerlendirmek istiyorum.

Birbirinden farklı ifadelerle, farklı kişiler tarafından nakledilen bu olayı biz İbn Abbas (ra)'dan nakledeceğiz. İbn Abbas demiştir ki, Rasulüllah (s.a.v.)'in gazvelerinden (Rasulüllah'ın da bizzat iştirak ettiği savaşlara ‘gazve' denir.) birinde ensardan bir sahabînin zırhı çalındı. O sahabî, zırhını çalanın kim olduğunu biliyordu. Gazve dönüşünde Rasulüllah'a geldi: Ya Rasulallah! Tu'me b. Ubeyrak benim zırhımı çaldı, dedi. Bu haberi duyar duymaz Tu'me, evinde sakladığı zırhı götürüp ‘emânet' adıyla komsusuna bıraktı. Sonra da kabilesine gitti vaziyeti açıkladı. Yakınlarından bir-kaç kişi konuyu görüşmek ve Tu'meyi; dolayısıyla kabilelerinin şerefini kurtarmak maksadıyla geceleyin bir evde toplandılar. Burada aldıkları karara göre, Tu'me'nin evi arandıktan sonra bir de kapı komsusunun evinin aranması istenecek ve arandığı zaman zırh, Tu'me'nin evinden değil komsusunun evinden çıkacak; kendileri böylece aklanmış olacaklardı. Nitekim öyle yapıldı. Önce Tu'menin evi arandı, aranan zırh orada bulunamayınca denildi ki, bir de şu eve bakılsın! O almış olabilir? Tu'me'nin: “Komşum, bu zırh emanet olarak sizde dursun,” diyerek bıraktığı eve bakıldı ve zırh oradan çıktı. (Bkz. İbn Kesir, Tefsiru'l-Kur'ani'l-Azîm, II/359 vd.;Kurtubî,a.g.e.,V/375vd.) Böylece Tu'me, sahte bir yolla aklanmış, tuzağa düşürülüp iftiraya uğrayan komşusu ise, haksız yere de olsa hırsız pozisyonuna düşürülmüştür.

Rasulüllah (s.a.v.), dönen dolapları bilmediği için hiç bir suçu olmayan o sahsı, suçladı, azarladı ve cezalandırılmasını söyledi. Çünkü zırhın o evden çıkmış olması, ev sahibinin suçlu olduğu hakkında yeterli bir kanıt sayılmıştı. Bu yüzden sahsın itirazlarına dahi kulak verilmemişti!...

“Kim iyi bir şefaat ederse, onun da o şefaatten bir payı olur; kim de kötü bir şefaat ederse ona da şefaatine denk bir pay verilir. Allah, her şeye muktedirdir.” (Nisa, 4/85.)

Allah Teâla, bu olay üzerine bir pasaj hâlinde indirdiği Nisa suresinin 105-115. âyetleriyle davanın iç yüzünü olduğu gibi açıklayarak Rasulünü vermiş olduğu haksız bir kararın korkunç akibetinin esiğinden döndürdü. Kötü bir şefaat girişimini izhar etmekle de suçsuz bir insanın aleyhine verilen yanlış bir kararı, henüz cezaya dönüşmeden geri çevirdi. Neticede önce Elçisini, sonra şefaatçileri daha sonra da asıl hırsızı ibret âmiz sözlerle söyle uyardı:

Birinci Uyarı:

Ey Peygamber! “Biz sana kitabı boş yere değil; insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği şekilde hüküm veresin diye indirdik. Hainlerden taraf olma! Derhal Allah'tan bağışlanmanı dile! Kuşkusuz Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir! Sakın, bir daha kendilerine hainlik eden kimseleri savunma! Allah hain, günahkâr hiç kimseyi sevmez.” (Nisa, 4/105-107.)

Rasulüllah (s.a.v.) gereken ikazı almıştı. Nitekim o, davacı ve davalıyı ayrı ayrı dinledikten ve yapabildiği kadar âdil bir karara vardıktan sonra şöyle diyordu: Ben bu kararı sizden dinlediklerime göre vermiş bulunuyorum. Siz, kendi durumunuzu benden daha iyi bilirsiniz; olabilir ki biriniz haksız olduğu halde daha açık bir dil ile davasını savunmuş, diğeri de haklı olduğu halde bunu yeterince başaramamış veya delillerini ortaya koyamamıştır... Hakkı olmadığı halde kime kardeşini hakkını vermişsem, bilsin ki o kişiye cehennemden bir ateş parçası vermişimdir; sakin almasın!... (Bkz. İbn Kesir, a.g.e., II/358,59)

İkinci Uyarı:

“Bunlar, yaptıkları kötülüğü insanlardan gizliyorlar, ama onu Allah'tan asla gizleyemezler! Onlar, geceleyin bir araya gelip Allah’ın razı olmadığı görüşü /kararı aldıkları zaman Allah da onların yanlarındaydı (Çünkü, “...Üç kişi gizli konuşmak üzere bir araya gelmez ki, dördüncüleri Allah olmasın; beş kişi bir araya gelmez ki, altıncıları Allah olmasın...” (Mücadele, 58/7) . Allah, onların yaptıklarının tamamını bilmektedir .” (Nisa, 4/108.)

Görünüşte aklanan Ubeyrak oğulları ve asıl hırsız Tu'me gecenin karanlığında, güyâ gizli bir yerde, gizli bir toplantı yaparak suçtan nasıl kurtulacaklarını düşündü ve bunun gereğini yaptılar. Fakat bunlar hiç bir şeyi Allah'tan gizleyemeyeceklerini düşünmediler. Bilemediler ki Allah, her zaman ve her yerde hazır ve nazırdır; O, işlenen iş ya da günah “...Bir hardal tânesi ağırlığınca da olsa, bir kayanın kovuğunda veya semaların derinliklerinde ya da yeryüzünün herhangi bir köşesinde bile yapılmış olsa... Allah yine de onu görüp ortaya çıkaracaktır. Çünkü Allah gizliliklere vâkıftır ve her şeyden haberdardır.” (Lokman, 31/16.) İşin en kötüsü ise, bu kişiler kendilerini aklayıp kurtarmanın hilelerini düşünürken suçsuz, günahsız, temiz bir insana iftira etmenin vahametini /korkunçluğunu göremediler... İşte bu gafletleri yüzünden hem hırsız, hem de şefaatçileri Allah'tan büyük bir ikaz ve azar işittiler.

Bu ikinci uyarının en ilginç olan tarafı da şudur: Deniyor ki, “Haydi, diyelim ki dünya hayatında onları siz savunup kurtardınız... kıyamet gününde onları Allah'a karşı kim savunacak!? Yoksa, onların orada da savunacak vekilleri mi olacak!...” ( Nisa, 4/109.)

Öyle ya!... O gün için Tu'me, bu gün de benzerlerini, haksızlıklarına rağmen çeşitli plâtformlarda haklı gösterip kurtarmaya(!) çalışanlar, kötü şefaatleriyle birilerinin avukatlıklarını üstlenerek eninde-sonunda yüzü kara olacakları aklayanlar ve aklandıkça pisliğe gömülen kişiler, bürokratlar, seçilmişler ya da gücü elinde bulunduranlar! Siz, hiç düşünmez misiniz: kıyamet gününde sizi ve onları Allah'a karşı kim savunacak!? Yoksa, orada da hepinizi savunacak avukatlarınız mı olacak!...

Gerçek şu ki, kıyamet gününde söz sahibi sâdece Allah’tır. Burada olduğu gibi, “Âhirette de mülk, tek ve kahhar olan Allah'a âittir.”(Gafir, 4/16) Ancak “O gün iş de /emir de tamamen Allah'a aittir .”(Al-i İmran, 3/154;Infitar. 82/19) “Orada ne bir alışveriş, ne bir dostluk, ne de dünya hayatında olduğu gibi bir şefaat söz konusu olacaktır! (Bakara, 2/44, 123, 254.) “Hiç kimse kimseye fayda vermeyecektir; ne baba oğluna, ne de oğul babaya...” (Lokman, 31/33) “Dünya hayatinin şefaatçileri ise, hepsi kaybolmuştur. (Taha, 20/109.) Kimsenin ne, yüzüne bakılacak ne de malına; geçerli olan tek ölçüt kalplerdeki iman ve salih amellerdir. O nedenle orada hiç kimsenin savunacak bir avukatı olmayacaktır!...

Mü'minlerin umdukları, Kur'an'da ve Sünnette anlatılan şefaat yok mu? denilecek olursa, bilinmelidir ki, Allah’ın razı olmadığı kimseye, Rahman izin vermediği sürece hiç kimse şefaat edemez. Ancak Allah'in kendisinden razı olduğu kimseye (Enbiya, 21/28), sâdece Rahman’ın katından bir söz almış bulunan kimse (Meryem, 19/87), Allah dileyip izin verdikten sonra (Bakara, 2/255; Yunus, 10/3) şefaat edecektir. Zira orada şefaatin tamamı Allah'a âittir (Zümer, 39/44) ; âhirette yegane şefaatçi /şefî yalnız O'dur ..(En'am, 6/51/70; Secde, 32/4) Hal böyle olunca, akl-ı selim sahibi insan, Dünya hayatında Allah’ın rızasını kazanmaya çalışmalıdır; zira şefaatin ilk şartı budur. Şefaatçilere güvenip de kimse ömrünü zâyi etmemelidir...

Atalarımız ne güzel söylemişler: “ Kiri kir ile temizlemek olmaz!...” Anlaşılıyor ki, Tu'meyi kötü bir şefaatle kurtarmaya çalışan Ubeyrak oğulları, ona iyilik yapmadılar; aksine daha başka kötülükler yapması hususunda onu cesaretlendirdiler.. İşin kötüsü, hem kendileri için, hem de savundukları kişi için âhiretteki sorumluluğu hesaba katmamış oldular!

Ayrıca, olay hakkında âyet indirilip yapılanlar ve suçsuz insana attıkları iftira vahiy yoluyla açığa çıkarılınca Ubeyrak oğulları kabilesi rezil olduğu gibi, Tu'me de kabilesi içerisinde yaşayamadı; Medin'eden Mekkeye kaçtı. Orada da huzur bulamayarak irtidat etti ve bir müşrik olarak Hayber'deki Yahudîlere sığındı. Hayber'de de fazla yaşamadı. Yine bir gece hırsızlık yapmak üzere bir evin bacasından içeri girmeye çalışırken duvar üzerine yıkıldı ve öldü... (Bkz. Kurtubî,a.g.e.,V/375.vd. Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, III/1457,1459 )

Üçüncü Uyarı:

“Oysaki bir kimse bir kötülük yapsa veya kendi sahsına bir haksızlık etse sonra da Allah'tan bağışlanmasını dilese, Allah’ı çok bağışlayıcı ve çok esirgeyici olarak bulacaktır.” (Nisa, 4/110.)

Öyleyse, bilerek ya da bilmeyerek bir günah işleyen veya yanlış bir iş yapan akıllı kişi, o işi insanlardan gizlese bile asıl hesaba çekecek olan Yüce Mahkemeden gizleyemeyeceğini bilmelidir. Boş yere kendisini daha büyük kötülüklerin kucağına, içinden çıkılmaz girdapların sarmallarına atmamalıdır... “Görülen ve görünmeyen, her şeyi bilen” Allah'a yönelmeli; pişmanlığını arz etmeli, tevbe etmeli; hatasını telafi etmenin makul ve meşru yollarını bulmalıdır... Nice küçük günah işleyenler, hatta ayağı sürçenler, bu düşüncesizlikleri sebebiyle aynen Tu'me b. Ubeyrak gibi kendilerini hem dünyada hem de âhirette bedbaht etmektedirler!...

Rasulüllah (s.a.v.)'ın su hadisi de ayni yolu göstermektedir:

“el-Tâibu minezzembi ke men lâ zenbe leh...” / “Herhangi bir günahtan tövbe eden kişi, hiç günah islememiş gibidir!...” (İbn Mace, Zühd, 30; Buhari, Libas, 24)

Kaldı ki, “Her günah işleyen, onu kendi aleyhine islemiş olur. Savunmasını ve tövbesini de kendisi yapmalıdır. Zira Allah her şeyi bilmekte ve yerli yerince yaratmaktadır.” (Nisa, 4/111.)

“Kim, bir yanlışlık yapar veya bir günah işler sonra da onu suçsuz birinin üzerine atarsa, muhakkak ki o, yaptığı yanlışlığın veya günahın suçundan başka bir de iftira ve büyük bir günah daha yüklenmiş olur.” (Nisa, 4/112.) Yani günahını çoğaltmış; bir başka ifade ile söylemek gerekirse, ‘ sagîre'yi ‘kebîre' ye çevirmiş; küçük günahı büyütmüş olur!...

 

 

 

Site tasarımı Mehmet Akif Duman

Elektronik posta adresi