Prof. Dr. Mehmet Zeki Duman

Ahlakın İman ve İbâdetlerle İlİşkİsİ

Ahlakın önemine; bilhassa iman ve ibadetlerle ilişkisine gelince. Bununla ilgili bir kaç hadisi hatırlatarak konuya açıklık getirmek isterim. Rasulüllah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Sizin en iyiniz, ahlakı en iyi olanınızdır."[28]

"Benim en çok sevdiğim kimse, ahlakı en iyi olan kimsedir."[29]

"Kıyamet gününü terazide en ağır olan amel güzel ahlaktır."[30]

"İmanı kâmil mü'min, ahlakı güzel olan mü'mindir."[31]

"Ben ancak ahlakî güzellikleri tamamlamak için gönderildim."[32]

 "Sözünde durmayanın imanı yoktur, emanete ihanet edenin dini yoktur."[33]

"İman ile hased", "İman ile cimrilik", "İman ile kin" bir kulun kalbinde asla birlikte bulunamazlar."[34] anlamındaki hadisler de ahlakın önemini ifade etmektedirler.

İslam'da ahlâk, dinin imandan hemen sonra gelen en önemli bir ilkesidir. Denilebilir ki ahlak kalpteki imanın  görünüm, tavır ve davranışlar olarak dışa, hayata ve ibâdetlere yansımasıdır.

Din'i, genel anlamda: "iman, ahlak, hukuka saygı ve ibadetler bütünüdür", şeklinde ve bir piramit şeklinde düşünecek olursak[35] piramidin üst kısmında iman, sonra ahlak sonra da hukuka saygı ve ibadetler yer alır. Yaşamak da daima bu sıraya göre olmadır...

 Allah'a İman, Kur'an-ı Kerim ve nefiste ve hariçteki sayısız belge ve açık deliller vasıtasıyla kazanılan kesin bilgi ile Allah'ı tanımak, O'nun varlığını, birliğini, eşinin ve benzerinin olmadığını tereddütsüz tasdik etmek... Her şeyin ilk ilkesinin Allah, varlığının da ancak O'nun lütfu ve ihsanı ile mümkün olduğuna; başlangıcın olduğu gibi akıbetin de yine O'nun dilediği zaman ve dilediği biçimde gerçekleşeceğine kuşkusuz inanmak demektir.

Allah'a iman, insanın sırf Allah için, sadece O'na kulluk maksadıyla yaratıldığına ve O'nun yer yüzündeki halifesi olarak görevlendirildiğine, dünya ve ahiret hayatının da kimin kullukta daha iyi olduğunun denenip tespit edilmesi için yaratılmış olduğuna... tereddüt etmeksizin inanmak demektir.

Allah'a iman, her yerde ve her zaman Yüce Yaratıcının kişi ile beraber olduğuna, en ufak bir şey de olsa, O'nun gözünden ve bilgisinden kaçmadan, yapılan her şeyi görüp kaydettiğine; hiç kimsenin yaptığının karşılıksız kalmayacağına ve mutlaka büyük bir günde karşılığının verileceğine... şeksiz inanmak demektir.

Allah'a iman, peygamberlik müessesesine; her topluma mutlaka bir peygamberin gönderildiğine ve onlarla birlikte indirilen suhuf ve kitaplara, o kitapların muhtevasına hiç bir ayrım gözetmeksizin inanmak demektir.

Allah'a iman, kıyamete, onunla ilgili olarak haber verilenlere, Ahiret hayatına; mahşere, amellerin tartılıp muhasebeye tabi tutulacağına, cennete, cehenneme ve onlarla ilgili olarak vahyin taşıdığı bilgilerin hepsine inanmak demektir.

Sözün özü, "La ilâhe illallah" demek, Allah'a, Risalete ve Ahiret hayatına, bize haber verildiği muhteva ile birlikte ve ilme'l-Yakîn ile tanıyıp, şeksiz, şüphesiz tasdik etmek demektir.

İşte böylesi bir iman akıl, bilgi ve tefekkür sonucu kazanılan marifet ve basiret ile desteklenir ve kişi bilgi düzleminde İlme'l-Yakinde kalmayıp Ayne'l-Yakin ve Hakka'l-Yakin derecelerine ilerledikçe imanı sürekli olarak artar; iman arttıkça kulluk şuuru ve bilinci hakim hale gelir... Kendisine karşı, aile efradına karşı, yönettiklerine ve çevresine karşı mesuliyyet duygusu güçlenir... Bütün bunlardan Rabbına karşı sorumluluğunun idrakine varır... Böylece Allah'ı görürcesine itaat ve ibadet etmenin hazzına ulaşır... Bu iman ve itaat bilinci ise insanda güzel ahlakın yegâne kaynağı olur.

 Merhum M. Akif'in de dediği gibi:

Ne irfandır veren ahlaka yükseklik, ne vicdandır;

Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.

Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havf-ı Yezdân'ın...

Ne irfanın kalır te'siri kat'iyyen, ne vicdanın.

Hayat artık behîmîdir... Hayır ondan da alçaktır;

Ya hayvan bağlıdır fıtratla, insan hürr-i mutlaktır.

Behaim çıkmaz amma hilkatin sâbit hududundan,

Beşer halâ habersiz böyle bir kaydın vücudundan!

Meğer kalbinde Mevlâ'dan tehâşi hissi yer tutsun...

O yer tutmazsa hiç manası yoktur kayd-ı namusun.

Hem efradın, hem akvamın bu histir, varsa vicdanı;

Onun ta'tıyli: insaniyyetin tevkı-i hüsranı![36]

  Evet, insanı insan yapan ve onu ahlaken yücelten, ne şu ne de budur! mü'minin kalbindeki marifetullaha dayalı Allah korkusu ve ona olan saygı duygusudur. İnsanda bu marifet ve bu duygu var ise,  ancak o insandır, değilse belki de hayvanlardan daha aşağı bir yaratıktır. Kalbinde marifetullah ve haşyetullaha yer olmayan böyle bir yaratıkta irfan, namus, vicdan... gibi duyguların ona fazilet kazandırması mümkün değildir...

Müslümandaki güzel ahlak ancak Allah'a iman ve bu imanın, başlangıçta ona sağladığı Allah korkusu sonra da tanıdıkça artan Allah’a saygı ve sevginin sonucudur. Öyleyse kişinin ahlakı imanını ile doğru orantılıdır, dindarlığı da aynı.

  Rasulüllah (s.a.v.) bir takım ahlaki ilkelerden söz edip, arkasından da imandan bahsetmesi de bu kanaati desteklemektedir:

 - "Ahlak dinin kabıdır; bir kimsedeki dinin derece ve mahiyeti ahlakın derece ve mahiyeti ile doğru orantılıdır."

 - "Mü'minlerin en kâmil olanı ahlakı mükemmel olanıdır ki, bunlar kendileriyle hoş geçinilir, insanlar ile ülfet eder ve onlarla ülfet edilir."

  - "Bir kul ahlakını güzelleştirmedikçe, öfkesini yenmedikçe, kendisi için istediklerini başkası için de istemedikçe mü'min değildir."[37]

  - "Komşusu şerrinden emin olmayan kimse vallahi mü'min değildir, vallahi mü'min değildir, vallahi mü'min değildir..."[38]

  - "Müslüman, diğer müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir."

  - "Kendisi için istemediğini din kardeşi için isteyen bizden değildir " ve bunun aksi ifade de öyle. [39]

 - "Büyüğümüzün hakkını vermeyen, küçüklerimizi sevmeyen bizden değildir."

  - "Zinası esnasında zani mü'min değildir."

  - "İman ile cimrilik, her ikisi birden mü'minde bulunmaz."

  - "İslam güzel ahlaktan ibarettir."

 Daha bunlar gibi nice hadisler güzel ahlakın iman için gerekli olduğuna veya imandan kaynaklandığına delalet etmektedirler.

 Şu iki ayetin de güzel ahlakın ve dinin, imanın zorunlu bir neticesi olduğunu ifade ettiği kanaatindeyiz:

"Mü'minler sadece Allah anıldığı zaman kalpleri ürperen, ayetleri okunduğu zaman iman bakımından artan ve Rabblarına dayanan kimselerdir. Onlar namazı ikame eder ve zekatı verirler. İşte bu özelliklere sahip olanlar gerçek mü'minlerdir. Onların Rabbları yanında dereceleri, bağışlanmaları ve eşsiz rızıkları vardır."[40]

 "Mü'minler, sadece Allah'a ve Elçisine inanan, sonra da şüphe etmemiş olan ve mallarıyla canlarıyla Allah yolunda cihad eden kimselerdir. "Amenna" sözünde doğru olanlar işte bunlardır."[41]

 İbadetler, bilhassa farz olan namaz, oruç, hac ve zekât gibi ibadetlerin Kur'an-ı Kerim'de belirtildiğine göre hikmeti kulun tabii olan istek ve arzularının disipline edilmesi ve hayatının rabt u zabt altına alınması; böylece ahlaken yücelmesi, iman bakımından da olgunlaşması içindir.

 Mesela günde beş defa ve vaktinde kılınması emredilen namazın hikmeti, küçüğünden en büyüğüne varıncaya kadar tüm kötülüklerden insanı uzak tutması içindir:

 "...kuşkusuz namaz aşırılıklardan ve vicdanı sızlatan kötülükten /münker uzaklaştırır...[42]

"Ey inananlar! Sizden öncekilere farz kılındığı gibi, korunasınız diye oruç size de farz kılınmıştır."[43]

Zekat, adı üstünde kişiyi mala karşı hırs, aşırı tamah ve düşkünlükten temizlemek, aynı zamanda fakirin hakkını vermek suretiyle malı temizlemek anlamını taşır.

 Hacc, başlı başına sabır, başkalarına katlanma ve yardımlaşma amacına yönelik meşakkatli bir ibadet türüdür. Rasulüllah (s.a.v.) hacda olduğu gibi hiç bir ibadete niyet ederken: "... Allah'ım! Bunu bana kolaylaştır." diye dua etmemiştir.

 Bütün bunlardan anlaşılıyor ki ahlak Allah'a imanın tabii bir sonucu olduğu gibi ibadetlerle de beslenip güzelleştirilebilen bir melekedir. İmansız ahlakın ve ibadetin Allah yanında hiç bir değerinin olmadığı bilinmektedir.

Ahlak güzel olmadan, değişik bir ifade ile söyleyecek olursak, kötü ahlak ile birlikte gerçek imanın varlığından söz etmenin doğru olmadığını da Rasulüllah (s.a.v.) onlarca hadisi ile açıklamıştır.

 Bir kişinin kıldığı namaz, tuttuğu oruç, verdiği zekât, yaptığı hacc... kötü ahlak sahibini bundan uzaklaştırmıyorsa bunlar ibadet değildir. Ona hiç bir iyilik getirmezler; aksine o şahsı ancak Allah'tan uzaklaştırırlar:

Rasulüllah (s.a.v.) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur: "Bir kimsenin kıldığı namaz, onu halâ kötülüklerden uzaklaştırmamışsa, onu ancak Allah'tan uzaklaştırmaktadır." Veya "Onun yatıp kalkmasına Allah'ın ihtiyacı yoktur."

 Oruç hakkında da:"Yalancılığı ve yalan dolan ile iş yapmayı terk etmeyen kimsenin aç ve susuz kalmasına Allah'ın ihtiyacı yoktur." demiştir.

 Bütün bunlardan anlıyoruz ki güzel ahlak gerçek imanın, ibadetler ve hukuka saygı da bu ikisinin zorunlu neticesidir. İlkindeki ziyadelik diğerlerini de aynı oranda etkiler, eksilme de öyle... Gerçek imana sahip olan mü'minin ahlaksız, ya da Allah'a isyan içinde olması mümkün değildir.

 Ayrıca amacına ve şartlarına uygun yapılan itaat ve ibadetler de hem ahlakı gittikçe yüceltir ve sosyal ilişkileri güzelleştirir hem de imanın kıvama ermesi, pekişmesi anlamında artmasını sağlar. Dolayısıyla ahlakın iman ve ibadetlerle irtibatı, birbirinden ayrı düşünülemeyecek derecede güçlü ve iç içedir diyecek kadar birbirinden ayrılmazlarıdır.

  Ahlak huy ile ilgili olunca, ister istemez iyi ya da kötü huy ya da ahlak ayırımının yapılması kaçınılmazdır. Bu yüzden ahlakçılar ahlakı, Ahlak-ı Hamide, Ahlak-ı Hasene şeklinde güzel ahlak ve Ahlak-ı Seyyi'e ve Ahlak-ı Zemime şeklinde kötü, ya da çirkin ahlak kısımlarına ayırmaktadırlar.

 Öncelikle şunu belirtelim ki, insanın sahip olduğu kuvvelerden çıkan iş ve davranışlar akl-ı selime uygun, Din açısından da doğru ve güzel addedilip onaylanmışsa bunlar iyidir, aksi ise kötü kabul edilir. Başka  bir ifade ile ifrat ve tefritten uzak olup itidal üzere olan her ahlak fazilet, itidalden uzak olup ifrat ve tefrit üzere olan her ahlak da rezilettir. Ahlaka güzellik ya da çirkinlik kazandıran haller bundan başkası olamaz. Yukarıda da bahsetmiştik, hikmet, iffet, şecaat ve adalete uygun olan ahlak güzel ahlak, bu vasıflardan yoksun olan ahlak da çirkin ahlaktır.

 Ahlakı, ahlakın kapsamını, kaynağını ve iman ile ilgisini tanıdıktan sonra Güzel ahlakın aslının ne olduğunu bilmek mümkündür. Çünkü ahlakın birinci ve en önemli kaynağının Allah'a iman ve Kulluk bilinci olduğunu söylemiştik. Gerçek mü'minin ahlakı da imanı gibi güzeldir. Bu kimse her yerde ve her an Allah'ın kendisiyle birlikte bulunduğuna inandığı ve mes'uliyetini müdrik olduğu için daima O'nun emir ve tavsiye ettiği hoşnutluğunu kazandıracak iyi şeyleri yapmayı imanının bir gereği olarak huy edinmiştir. Zaten böyle bir mü'minin başka türlü davranması mümkün değildir:

 "Allah için veren ve takvaya sarılan; tüm iyilikleri de tasdik eden kimseye “en kolay” olanı daha da kolaylaş-tırırız."[44]

Mesela İbn Miskeveyh demiştir ki, "...söz gelimi, bir insan iffetlilere yaraşır bir işi, "iffet" erdeminden dolayı değil de herhangi bir çıkar amacı güttüğü için veya erdem olduğunu bilmeyerek ya da riya, acz, korku gibi ahlak dışı yahut patolojik bir sebepten ötürü yapabilir; bu gibi sebeplerle cesaretli, cömert ve adil kişilere özgü davranışlarda da bulunabilir. Ne var ki, tamamen ahlak dışı kaygı ve hesaplara dayalı görünüşteki bu iyi fiiller, hiç bir zaman sahibinin erdemli olduğunu göstermez. Buna karşılık, sözgelimi "cesaret" erdemine sahip olan kişinin erdeme aykırı davranmaktan duyduğu kaygı, ölmekten duyduğu korkudan daha şiddetlidir. Bu yüzden o kişi, şerefli bir ölümü çirkin bir yaşayışa tercih eder. Özellikle inançları, namusu ve ülkesi gibi kutsal değerlerini savunmaktan büyük bir haz duyar ve nasıl olsa öleceğine göre, genel olarak iyilik ve gerçek uğruna severek ölüme gider."[45]

Mesela, yukarıda da belirttiğimiz gibi Allah'a kulluk bilincini taşıyan ve hep O'nun rızasını gözeten ve bu yüzden hakim karakteri hikmet, iffet, şecaat ve adalet olan kimseler, kötü ahlak olarak bilinen hayasızlıktan, aşırılıklardan, hafiflikten, korkaklıktan, saldırganlıktan, kötü sözlü olmaktan, öfkelenmekten, gaddarlıktan, haksızlıktan, zulümden, kinden, hasetten, kibirden, bencillikten, başkalarıyla alay etmekten, hainlikten, yalancılıktan, koğuculuktan, münafıklıktan vb. tüm kötü huy ve hasletlerden uzaktırlar. Hatta Kur'an-ı Kerim'deki bir ifade ile bunlar, hakim karakterleri sebebiyle bu tip kötülükler akıllarından dahi geçmeyecek derecede gafil / ilgisizdirler.[46]

 Ancak kalbine iman girmemiş, sûreta mü'min geçinen müslümanlar Allah'ı ve sorumluluklarını yeterince bilmedikleri için cesur ve atılgandırlar. Var saydıkları imanları ve şekilden öteye gitmeyen ibadetleri de kendilerine olumlu bir katkıda bulunmadığı için bunlar akli, şehevi ve gadabi kuvvelerinde itidalden uzak olup ifrat ve tefrite düşmekten çekinmezler. Çirkin ahlak, müslümanlar arasında ancak bu tip mü'minlerde(!) görülebilir. Zaten bunlardan da başkası beklenemez: "Cimrilik eden, Allah'a muhtaç olmadığını zanneden, ve tüm iyilikleri yalanlayan kimseye gelince. Ona da zor olanı kolaylaştırırız."[47]

Tüm bunlardan anlaşılıyor ki, Güzel ve Çirkin Ahlakın Temelini bilinçli olarak ona sevk eden etkenler teşkil diyor. Mü'minlerde bu etken Allah korkusu ve sevgisinin varlığı ya da yokluğu, diğerlerinde ise dünyevi maksatlar ve tutkulardır denilebilir.

 Ahlakın değişip değişmeyeceği konusu ilim adamlarınca tartışılmaktadır. Bir görüşe göre ahlak tabiidir, insanın fıtratında mevcuttur. Harici müdahalelerden müteessir olmaz ve yerinden sökülüp atılamaz. Bu nedenle değişmesi mümkün değildir.

 İkinci bir görüşe göre ahlak iki çeşittir. Biri tabii ve fıtridir, insanın yaratılışındaki yapısında mevcuttur ki, bunun değişmesi mümkün değildir. Diğeri ise anlaşma ve alışkanlıklar sonucu kazanıldığından değişmesi mümkündür.

  Üçüncü görüşe göre, ahlakın bütünüyle değişmesi, ıslah edilmesi imkân dahilindedir. Zira ahlak dış tesirlerle meydana gelir, tabii ve fıtri değildir. İslam bilginlerinin hepsi ve filozofların çoğu bu görüşü tercih etmişlerdir.[48]

Öncelikle şunu belirtmeliyiz ki, insan ne bir melektir ne de kötülükleri hayatı boyunca amaç edinmiş bir şeytan /İblis. O, yaratılışı icabı hem iyiliğe hem de kötülüğe kaabiliyeti olan nitelikli ve değerli bir varlıktır. Onda, şehvet ve gazap gibi arzusunu /heva kendisine tanrı ettirebilecek(Furkan, 25/43;Casiye, 45/23) derecede hayvanî /behimi güçler var olduğu gibi, aynı zamanda o güçleri tüm  aşırılıklardan arındırıp itidale sevk edebilecek ve sahibini  ahlak ve faziletler bakımından yüceltecek nitelikteki akıl ve irade gücü de vardır.

 İnsan akıl ve irade gücünü kullanmak suretiyle tabii, bedensel isteklerini disipline edip öfke gücünü kontrol altına alabilir. Gazalînin de dediği gibi nefsin isteklerine boyun eğmek yerine sıkı bir biçimde takip edilecek riyazet ve mücahede yoluyla hevaya üstün gelmek, bu duygulara hakim olmak ve kölelikten kurtularak güçlü iktidarı, gerçek hürriyeti ele geçirmek insan için elbette mümkündür.

 O nedenle denilebilir ki ahlak, nefisteki akli, şehevi ve gadabi kuvveleri ifrat ve tefritten arındırıp itidalde karar kıldırmak maksadıyla yapılan ciddi bir nefs mücahedesindeden sonra kazanılmış bir melekedir. Yapılacak riyazet ve mücahede ile irade gücü geliştirilebilir.  İnsan kötü alışkanlıklardan kurtulup iyi ahlak sahibi olabilir.

Mesela nefsindeki cimriliği yok edip cömert olmayı isteyen kimse, önce dünya hayatı, mal, kendi sorumluluğu ve ahiret hayatının mahiyeti ve akıbeti hakkında iyice düşünmeli, bunları yeterince kavradıktan sonra verilmesi gereken yerlere, başlangıçta zoraki de olsa malından vermeli; hatta daha sık ve daha fazla vermek için kendi kendisiyle savaşmalı, cimrilik duygusunu yenerek bir gün mutlaka cömertlerden olması gerektiğine ve olacağına kendisini inandırmalı...

 Atalarımızın "Can çıkar huy çıkmaz" sözüne gelince. Bu söz huy ve ahlak kelimelerinin anlamı açısından gayet doğru bir sözdür. Bu konuda Rasulüllah(s.a.v.)'den de aynı mealde bir hadis nakledilir: "Bir dağın yerinden gidip yok olduğunu duyduğunuzda ona inanın, fakat bir adamın ahlakının değiştiğini duyarsanız buna inanmayın."

 Konuşmamızın başında, tarifler kısmında da belirttiğimiz gibi, tüm ilgili kaynaklarda huy insanda değişmemek üzere yerleşmiş bir tabiat, ahlak ise insanda yerleşip huy halini almış ve onun ayrılmaz vasfı olmuş bir meleke şeklinde tarif edilmiştir. Dolayısıyla hem huyun hem de ahlakın yapısında silinmezlik ve tamamen yok edilmezlik özelliği hakimdir. Şayet bunlar değişken olsalar huy ve ahlak adını zaten alamazlar. Çünkü değişken olan vasıflara genellikle hal, durum denilir, ahlak değil...

 Kanaatimizce "ahlak tabiidir, insanın fıtratında mevcuttur. Bu nedenle değişmesi mümkün değildir." diyenler, istisnasız her insanda mevcut olan aklî, şehevi ve gadabi kuvveleri kast etmiş olabilirler.

Evet akli, şehevî ve gadabî kuvveler insanda tabii ve fıtridir. İnsanın doğasında mevcuttur. Bunların bir insanda bulunmaması mümkün olmadığı gibi tamamen yok edilmesi de hem düşünülemez hem de mümkün değildir. Hiç yemeden, içmeden, öfkelenmeden yaşayan insan olmaz. Yemek içmek, cinsel tatmin... yaşamak için nasıl şart ise, icabettiği yerde öfkelenmek de insan olmanın bir gereğidir.

Anlaşılıyor ki yeme, içme, cinsel tatmin, öfkelenme... insandaki değişmez tabiat ve melekelerdir. Bunlar, aklın ve iradenin kontrolünden çıkarak tamamen behimî olma özelliğini kazanabilecekleri gibi, iyi bir ilim ve irade eğitimiyle disipline edilme özelliğine de sahiptirler. Değişecek olan hiç yememek, içmemek, cinsel tatmin olmamak, öfkelenmemek... şeklinde bu melekelerin kendisi değil; bunlar yerinde kalmakla birlikte bu isteklerin karşılanış biçimidir; ifrat ve tefritten arındırılması, tamamen akıl ve iradenin kontrolüne girdirilmesi, tatmin şeklinin insana yakışır şekilde iyiye, güzele kanalize edilmesidir. Mesela nefsin, istediği zaman, istediği yerde ve istediği biçimde arzusuna kavuşması değil dinin, akıl ve iradenin uygun gördüğü zaman, en uygun ortamda  ve en güzel biçimde ihtiyacının karşılanması sağlanabilir.

 Ahlak, davranışlara yansıdığı sürece ahlak olur. Davranışlara yansımıyorsa, bir ahlakın varlığından söz edilemez. Kanaatimizce bunun yetişkinlerde en önemli şartı marifetullahı artırıp imanı derece derece yükseltemktir. Allah korkusu ya da gelişen düzlemde Allah sevgisi arttıkça mü'minin Allah'la irtibatı da artar; O'nun da lütfedeceği hikmet nuru ile iman pekişir, tevekkül artar ve ahlak güzelleşir...

Kişinin daha önceden huy edindiği kötü ahlakı var ise, marifetullahı artırmak için ilim ve tefekkür faaliyetlerini sürdürürken kendisini, titizlikle uygulayacağı bir irade eğitimine de tabi tutmalı, riyazet ve mücahede ile nefsin isteklerini aklın ve iradenin güdümüne girdirmelidir...

 Mesela Rasulüllah (s.a.v.): "Ey gençler topluluğu! İmkânı olan evlensin, buna imkânı olmayan ise oruç tutsun. Zira oruç tutmak bir nevi inemedir." buyurmuştur...

 Toplum bazında ve bilhassa çocukların eğitiminde  Ahlakın davranışlara yansıması ise, ancak disiplinli ve ideal bir eğitim ve öğretim yoluyla gerçekleştirilebilir. Tabii ki eğitim ve öğretim denildiğinde takip önemlidir. Aile içi eğitiminde anne ve babanın, okul eğitiminde öğretmenlerin, sosyal hayatta da otokontrol sistemi dediğimiz mü'minlerin birbirlerini takip edip takdir ve uyarıları ile mümkündür.

Ahlakın eğitim yoluyla kazandırılmasını biz, Din Eğitimcileri ve Pedegoglara bırakalım. Ben burada, özellikle sosyal hayatta "Emr-i bi'l-Ma'ruf Nehyi ani'l-Münker" görevinden, kurulması gereken otokontrol siteminden söz etmek istiyorum.

 İslam'da mü'minlerin, hem ferdi planda hem de kurumsal bir faaliyet olarak "Emr-i bi'l-Ma'ruf Nehyi ani'l-Münker" görvi, Kur'an-ı Kerim'de ve Rasulüllah'ın hadislerinde önemle üzerinde durulmuştur. Gerek ferdi ahlak gerekse toplumsal ahlakın korunabilmesi için bu görevin mutlaka yapılması emredilmiştir:

 "İçinizden iyiliğe çağıran, örfü emredip münkeri yasklayan bir teşkilat bulunsun. İşte buna sahip olan toplumlar başarıya ulaşırlar."[49]

 Örf, Aklın normal kabul edip, şer'i şerifin de doğru bularak onayladığı şeydir. Münker ise bunun zıddıdır.

Kanaatimizce ahlakî davranışların okul öncesi aile eğitimi, sonra da örgün ve yaygın eğitimden başka bilhassa otokonrol biçiminde "Emr-i bi'l-Ma'ruf Nehyi ani'l-Münker" görevinin kararlılıkla sürdürülmesi sürecinde kazandırılıp korunabilir.

 Kararlılıkla dememin sebebi, işin tabiatı bunu gerktirmektedir de onun içindir. Çünkü "sen ne karışıyorsın!" diyenler her zaman olabilecektir.

 Lokman aleyhisselam oğluna nasihat ederken demiştir ki: "Yavrucuğum namazını kıl, örfü emret, münkeri de yasakla; bunları yaparken başına gelenlere de sabret. Kuşkusuz bu görev 'azmu'l-umur'dandır."[50]

  Kur'an-ı Kerim'de "azmu'l-umur" ifadesi, ne pahasına olursa olsun, mutlaka vaz geçmeden, şahsın ya da toplumun kararlılıkla sürdürmesi gereken işler için kullanılan bir tabirdir.[51]

 Bilhassa teşkilat bazında bu görevin yapılması,  ölüm pahasına da olsa terk edilmemesi toplumun selameti ve devamlığı açısından çok önemli bir görev, aynı zamanda sosyal bir sorumluluktur. Allah Teala Enfal suresinde şöyle buyurmuştur:

 "Ey inananlar! Sizi, size hayat veren şeye çağırdığında Allah'a ve Elçi'ye derhal uyun, Allah'ın kişi ile kalbi arasını ayardığını ve topluca O'na götürülmekte olduğunuzu  bilin."

  "Geldiğinde içinizden sadece zalimlere değil, hepinize birlikte isabet edecek olan fitneden sakının ve bilin ki Allahın cezalandırması çetindir."[52]

 Anlaşılıyor ki, bir toplumda "Emr-i bi'l-Ma'ruf Nehyi ani'l-Münker" görevi yapılmadığı zaman, o toplum kötü insanların yaptıkları kötülüklerin tedavisi imkânsız derecede yaygınlaşması sonucu batacaksa, sadece zalimler değil, zalim olmayanlar da aynı cezaya çarptırılacaklardır.

 Bu konuda Rasulüllah (s.a.v.)'in ilginç bir gemi benzetmesi var. O, dünyayı okyanusta yol alan bir gemiye benzetiyor ve buyuror ki, bu geminin üst katına aklı başında ve sorumluluk taşıyan kişiler yerleşmiş, alt katına da diğerleri. Geminin selameti için sorumlu kişiler daime diğerlerini gözetip davranışlarını kontrol altında tutmaları gerekirkdi. Onlar bunu yapmadıkları için, alt kattakiler şöyle düşünürler: Biz, su almak için hep üst kata çıkıyoruz. Hem oradakileri rahatsız ediyor, hem de sıkıntı çekiyoruz. Oysaki su bize daha yakın! derler. Ve yakındaki suyu almak için gemiyi delerler!...

 Toplumsal hayat işte böyledir. "İçinizden iyiliğe çağıran, örfü emredip münkeri yasaklayan bir teşkilat bulunsun. İşte başarıya ulaşanlar bunlardır."[53]

 Konuyu toparlayacak olursak, ahlakî yaşayışların korunması ve fertlere ve topluma yansıtılabilmesi ancak eğitim imkânlarının tamamını seferber etmek ve bilhassa hem fert bakımından hem de teşkilat bakımından otokontrol sistemine işlerlik kazandırmakla mümkündür.

 Bu gün görülüyor ki kötülükler olablidiğince yaygın, gitikçe de artmaktadır; ne eğitim kurumları ne de insanlar bu vaziyet karşısında önemli bir tedbir almaktadırlar. Bilhassa İsalm'ın "Emr-i bi'l-Ma'ruf Nehyi ani'l-Münker" ilkesi ise, inananların hayatından tamamen çıkmış, denilebilir ki hiç yeri yoktur.

Nakledildiğine göre bir gün İkrime (r) gelir ki İbn Abbas, evinin önünde oturmuş, yüzünü de avuçlarının için almış hüngür hüngür ağlıyor!

 İkrime (r) onu bu vaziyette görünce heyecanla sorar: Efendim sana ne oldu, niçin ağlıyorsun? İbn Abbas yaşanmakta olan Cemel ve Sıffin savaşlarını kastederek der ki, görmüyormusun, kötülükler nasıl yayılmış, müslüman müslümanı öldürüyor, fakat biz ise elimiz kolumuz bağlı, oturuyoruz. Aziz ve Celil Allah ise, "Geldiğinde içinizden sadece zalimlere değil, hepinize birlikte isabet edecek olan fitneden sakının ve bilin ki Allahın cezalandırması çetindir."[54] buyuruyor. Korkarım ki aynen cumaertesi yasağını çiğneyen israiloğullarına gelen azap gibi bir azap bunlar yüzünden bize de gelecek ve hepimizi silip götürecektir.

 O zaman İkrime şöyle der: Efendim siz,  o bela gelmeden önce, hâla aşırı gidenlere nasihat etmeye çalışanlara karşı: "...Allah'ın helak edeceği veya çetin bir azaba uğratacağı bir kavme niçin nasihat ediyorsunuz? dediği zaman, onlar, Rabbinize özür beyan etmek için bir de belki sakınırlar diye", dediler."[55] diyen ve nasihatin fayda vermediğine inandıkları için bir şey yapmak ellerinden gelmeyenlerin durumundasınız.

 "Kendilerine hatırlatılanları unuttukları zaman, kötülükten men'edenleri kurtardık zalimleri ise yasağı çiğnemeleri sebebiyle kötü bir azaba çarptırdık."[56] ifadesiyle Allah nasihatin fayda vermeyeceğine inandığı için elinden bir şey gelmeyen  kimseleri de kurtardığını söylüyor ki, şu anda siz onlardan sayılırsınız, dedi. Allah korusun... Galiba şu anda İslam âlemi bu çıkmaz durumu yaşıyor.

 Sonuç olarak diyoruz ki, biz Allah'ın değer verdiği ve en güzel biçimde yarattığı bir insanız; O'nun yer yüzündeki halifesiyiz. Her şey bizim içindir, biz ise Allah için, sadece O'na kulluk etmek; O'nun haricinde hiç bir şeye kul olmamak için yaratılmışız. O'ndan geldik, yine O'na gidiyoruz!...

 Yüce Yaratıcımız buyuruyor ki, "Eğer inanıyorsanız, en üstün sizsiniz."[57] Evet, inanıyorz, fakat yer yüzünde en üstün bizler değiliz. O halde bir hata içerisinde olduğumuzu bilmeliyiz. Cenab-ı Allah Kur'an-ı Kerimin'de ne haber vermiş ise, hepsi gerçektir. Şeytan bizi Allah'a güvendirmemeli.

 Mü'min cahil olamaz. Mü'min çağın ve çağdaşlarının gerisinde kalmamalıdır. Mü'min vermeli, mü'min üretmeli, hep başkalarının ürettiğiyle yaşamamalıdır. Mü'min yeryüzünün en ideal insanı olmalıdır. Kendi kendimizi aldatmamalıyız. İlimsiz, imansız, ahlaksız, ibadetsiz mü'min olmaz. Bu halimizle yaptıklarımız bizi dünyada ve ahirette başarıya ve gerçek mutluluğa götürmez.

  O halde fert fert ve millet olarak, kendimize dönmeliyiz, ne durumda olduğumuzu, ve nasıl olmamız gerektiğini yeniden gözden geçirmeliyiz. Elimizdeki Klavuz Kur'an-ı Kerimi, önümüzdeki örnek rehberimiz Hz. Muhammed'i bol bol okuyarak iyi tanımalıyız, iman ve ahlak bakımından o iki klavuzdan azami derecede istifade etmeliyiz. Öncelikle zaafiyeti içinde bulunduğumuz imanımızı gerçek, kendimizi de gerçekten mü'min yapmalıyız. Zira kalpte yakine dayalı ilim ve marifet yok iken "inandım, iman ettim" diyen hiç kimseyi Cenabı Allah mü'min saymıyor.[58] Kalpte İman olmadığı zaman ahlak da yok demektir; "Ben mü'minim" diyen bir kişide iman ve ahlak yok ise ibadet de yok demektir; her iki dünyada amelleri değerlendirilmez!...

 "Bir toplum kendisini değiştirip ondan bekleneni vermedikçe Allah, o topluma  verdiği nimeti azap ile değiştirmez."[59]

 Bu ayeti nimete karşılık küfran-ı nimetin ilkesi olarak düşünebiliriz. Çünkü nimetin karşılığı hiç bir zaman nankörlük olmamalıdır... İnandığımızı söylememize rağmen hiç bir yerde ve konuda çağdaşlarımızdan daha üstün değilsek, bunun nedenini, kendimizde öncelikle  imanımızda aramalıyız.

 "Bir toplum kendisinde olanı değiştirmedikçe Allah da o toplumu değiştirmez."[60]

 Bunu da kendine gelmenin ve yeniden hamle yapmanın ilkesi olarak düşünüyoruz.

 Allah'ı böyle tanımalıyız ve hareketi kendimizden başlatıp gerisini O'na bırakmalıyız... İşte o zaman umduğumuza nail olabiliriz..

Dİpnotlar

[28] Buhari, Edeb, 38.

[29] Buhari, Edeb, 39.

[30] Tirmizî,Birr, 61.

[31] Ebu Davud, Sünne, 14.

[32] İbn Malik, Muvaa',Husnu'l-Huluk, 1..

[33] Ahmed,III/135.

[34] Nesei, Cihad, 8.

[35] İbadetten kastımız, yalnızca namaz, oruç, hac ve zekât gibi günün ya da hayatın belli zamanlarında ve bir kısmı imkân meselesi olan farzlar değil, Allah'a iman ve bilinci ile bir mü'minin uykusundan ve insana güler yüz ve tatlı dil ile davranmasından tutun da sosyal ilişkilerin her alanına varıncaya kadar hayatın tamamını kapsayan iradeli eylemlerin tamamıdır.

[36] Safahat, Beşinci Kitap, Hatıralar, II/584.

[37] Müslim, iman, 16.

[38] Buhari, Edeb, 29.

[39] Müslim, iman, 16.

[40] Enfal, 6/2-3.

[41] Hucurat, 49/15.

[42] Ankebut, 29/.

[43] Bakara, 2/183.

[44] Leyl, 92/7.

[45] Tehzib, s.105.Çağrıcı, İslam Düşüncesinde Ahlak, s.125-126'dan naklen.

[46] Bkz.Nur, 24/23.

[47] Leyl, 92/10.

[48] Kınalızâde, a.g.e., s.36-37.

[49] Al-i 'Imran, 3/104.

[50] Lokman, 31/17.

[51] Bkz.Al-i'Imran, 3/168; Şûrâ, 42/43; Ahkaf, 46/35.

[52] Enfal, 8/24,25.

[53] Al-i 'Imran, 3/104.

[54] Enfal, 8/25.

[55] A'raf, 7/164.

[56] A'raf, 7/165.

[57] Al-i 'Imran, 3/139.

[58] Bkz. Hucurat, 49/14-15.

[59] Enfal, 8/53.

[60] Ra'd, 13/11.

 

Site tasarımı Mehmet Akif Duman

Elektronik posta adresi