Prof. Dr. Mehmet Zeki Duman

KADER İNSANA DEĞİL, İNSAN KADERİNE HÜKMETMELİDİR!...

Değerli okuyucularım! Hatırlanacağı üzere dergimizin bundan önceki sayısındaki yazımız, ilim adamlarınca ‘Kur’an-ı Kerim’in ruhu ve özeti’ olarak nitelendirilen Fatiha Sûresi hakkında idi. Orada, manasını bilerek ve isteyerek bu sureyi okuyan her mü’minin, Allah ile aktif bir iletişim içerisine girdiğinden; O’nun Rabb, kendisinin de kul olduğu gerçeğini itiraf ettikten sonra da: “Biz, sâdece sana kulluk ederiz ve sâdece senden yardım dileriz.[1]” manasına gelen: “iyyake na’budü ve iyyake naste’în” sözleriyle ezelde, Allah ile kendisi arasında akdedilmiş olan sözleşmeyi vurgulu bir biçimde yenilediğinden bahsetmiştik.

 2001 yılının ilk sayısındaki bu makalemizde ise, bilfiil yaşanmış dramatik bir olaydan ve ona cevap olarak indirilen âyetlerden söz ederek, ‘sâdece Allah’a  boyun eğen ve samimiyetle yönelerek O’na duâ eden,[2]’ kullarına Yüce Yaratıcının ne kadar yakın olduğunu ve duasına ânında cevap verdiğini göreceğiz. Şu iki âyet de Allah’ın, kullarına gerçekten yakın olduğunun açık birer kanıtıdır:

 “Kullarım beni senden sorduklarında, benim onlara çok yakın olduğumu; duâ edenin, bana duâ ettiği zaman duâsına cevap vermekte olduğumu söyle! O halde onlar da benim çağrılarıma kulak versinler ve bana inansınlar!”[3]

Bir başka âyette bu yakınlığın ölçüsü, şöyle ifade edilmiştir: “Biz, ona /insana şah damarından daha yakınız.”[4]

Yukarıda sözünü ettiğimiz tarihî dramatik olay, Asr-ı Saadet’ dediğimiz Hz. Peygamber’in hayatta olduğu, dolayısıyla vahyin devam ettiği, o kutlu ve mutlu asırda yaşanmış bir gerçektir. Hem de cahiliye[5] dönemine ait bir geleneğe /yasaya boyun eğmeyip sesini yüce makama /Allah’ın Elçisine; oradan da çözüm elde edemeyince En Yüce Makam’a  /Allah’a işittirmesini bilen... böylece adını ve örnek mücadelesini[6] Kur’an vasıtasıyla ebedileştiren bir kadın tarafından...

 Kaynaklara göre yıl: M.S. 631’inci, hicretin de dokuzuncu yılıdır. Hz. Muhammed’in peygamber olarak gönderilmesinin üzerinden yaklaşık 22 yıl geçmiştir. İslâm, cahiliye dönemine ait karanlıkların tamamını dağıtmış, onların yaşattığı kâbuslara son vermiş ve insanlığı helâke sürükleyen girdapları bir bir yok etmiştir... Sahte tanrıların hepsini reddederek sâdece Allah’a inanan ve içtenlikle O’na boyun eğen, dolayısıyla gerçek hayatın ve özgürlüğün tadına eren insanlara hayat adına, insanlık adına çok şeyler kazandırmıştır. Artık, sosyal hayatta zulüm sona erdirilmiş, her yerde adalet ve sevgi hakimdir... cinsiyet farklılığından dolayı hiçbir kadın aşağılanarak toplumdan dışlanmıyor... kız çocukları diri diri toprağa gömülmüyor... Hz. Ömer gibi karakterinde celadet ve şiddet buluna nice beyler, “hakkımızda âyet iner korkusuyla hanımlarına seslerini dahi çıkaramıyorlar!...”

 Cahiliye döneminin bütün kötülükleri sona erdirilmiş, bireylerin acıları dindirilmiş; Rasûl, ashabına /arkadaşlarına örnek olmuş, onlar da insanlara örnek olabilecek nitelikte eğitilip yetiştirilmek suretiyle aşırılıklardan uzak orta bir ümmet yaratılmış.[7] Neticede daimâ iyiliği emreden, insanları kötülüklerden uzaklaştıran ve Allah’a inanıp dayanan en iyi bir topluluk /medeniyet vücuda getirilmiştir.[8] Din... artık kemal bulmak üzeredir, fakat ne hikmetse cahiliye döneminden kalma bir gelenek halen yürürlüktedir! Pek çok kadını can evinden vuran ve nice yuvaları darmadağın eden ‘zihar’ geleneği hâlen yürürlüktedir!...

Bu geleneğe göre, bir koca öfkelenir ve hanımına: "Sen bana, bundan sonra anamın sırtı gibisin" derse, o kadın, artık onun anası sayılır ve evlilik ilişkileri tamamen sona ererdi. İşin kötüsü, kocasıyla ilişkisi tamamen sona ermesine karşın bu kadın, başka birisiyle de evlenemezdi!!!

 Havle Binti Sa’lebe, İslam ile hayat bulduğu, insan olmanın onurunu yaşadığı ve kişilikli bir insan olarak yaşamanın henüz tadına vardığı bir demde, böylesine anlamsız bir geleneğin can alıcı oklarına hedef olmuş ve kocasının, kılıçtan daha keskin dilinin, öldürücü darbesini yemiş bahtsız bir kadındı... Zavallı kadıncağız, aldığı darbenin kahredici etkisiyle öyle sendelemişti ki, bir anda gök kubbenin başına indiğini, aydınlık dünyasının zifirî karanlıklara gömüldüğünü hissetti!... Çünkü, bu uğursuz söz sebebiyle yaşamakta olduğu o kutlu ve mutlu hayat birden bire sona erdirilmiş, özenle kurduğu yuvası yıkılmıştı... Artık o, sevdiği kocasının, henüz körpe denilecek yaştaki ciğerpâre yavrularının teker teker kendisinden kopup ayrıldığını hissetmekte idi... sevdiklerinden her birinin kendisinden ayrıldığını düşündükçe, sanki bedeninden bir organı sökülüp uzaklaştırılıyor gibiydi...

 Havle Binti Sa’lebe, bu karamsar düşüncelerin etkisiyle gözyaşı döküp âh-u figan ederken, zihninde âniden bir aydınlık belirdi!... Hemen yerinden fırladı ve Rasulüllah’ın evine doğru koşmağa başladı...

 Çünkü o, bu durum karşısında: “kaderim buymuş!” deyip oturacak bir kadın da değildi. ‘Kaderin kendisine değil, kendisinin kaderine hükmetmesi gerektiğini’ düşünüyordu... Öyleyse, başkalarını beklemek yerine, bizzat kendisinin, insana zararından başka hiç bir hayrı olmayan toplumun bu yasasına karşı var gücüyle savaş açmalıydı!...

 Yolda, koşar adımlarla hem yürüyor hem de düşünüyordu: müşerref olduğu İslâm’a göre evrendeki en değerli varlık insan değil mi?... “Ahsen-i takvim üzere /en güzel biçimde yaratılan,” ve ‘yaratılmışların en şereflisi olan insan, nasıl olur da kendisinin düzenlediği böyle bir yasanın mahkûmu olabilirdi???  Her şey... ‘İnsan-ı ekber denilen âlem dahi, âlem-i esğar denilen insan için yaratılmamış mıydı? Bütün yaratılmışlar insana boyun eğdirilmiş ve hizmetine sunulmuş değil miydi? Sistemler... âdetler, töreler, gelenekler, yasalar ve anayasalar... insan için; onun refah ve mutluluğunu sağlamak maksadıyla düzenlenmiyor muydu?

 Hatta melekler, özellikle Vahyin Elçisi Cebrail gibi kutsal varlıklar... insanlar arasından seçilmiş, ilimle, hikmetle donatılmış ve vahiy ile desteklenmiş olan o, seçkin ve yüce peygamberler... onlara indirilmiş olan Tevrat, İncil ve sahifeler... elimizdeki Kur'an-ı Mübin... her şey... evet, her şey... insanın dünya hayatındaki refah ve mutluluğunu temin için birer araç, vasıta değil miydi? O halde Havle, hakkını savunmak dururken, hayatını bu derece karartan gerçek dışı bir söze /yasa karşı neden savaş vermeyeydi ki!...

İlahi dinlerin ve beşeri sistemlerin asıl amacı insan, ona dünya hayatında mutlu ve müreffeh bir  yaşama ortamını sağlamak olduğuna göre, medeni bir toplumda maksadını aşan bir kısım yasaların, gelenek ve törelerin mahkum ettiği insanların hürriyetinden ve gerçek insan olduğundan söz etmek mümkün müdür?[9] İşte bu gerekçelerle Havle Binti Sa’lebe, toplumdaki en yüksek makama,  Allah’ın Elçisine baş vurdu:

 - Ya Rasulallah! Evs beni nikahladığında genç, çekici bir kadın idim. Şimdi yaşım ilerledi. Bir çok çocuklarımız oldu... bugün de kalkmış beni anasına benzetiyor... böyle şey olmaz!... Bir söz ile, ben neden onun anası olayım ki!... bu sorunumu hallet, ben boşanmak, çocuklarımdan ve yuvamdan ayrılmak istemiyorum...” dedi.

 Rasulüllah (s.a.v.):

- "Bana, bu güne kadar bu hususta bir hüküm gelmedi; yürürlükte olan hükme göre, sen Evs'e haram olmuşsun,"[10] dedi.

Havle:

- "Ama ya Rasulallah! O, boşama /talak sözünü hiç kullanmadı," dedi ve önceki sözlerini tekrarladı.

- Rasulullah (s.a.v.):

- “Sen boş olmuşsun,” dedi ve konuşmayı kesti... Belki de bu tavrıyla, böylesine köklü bir geleneğin bir çırpıda yürürlükten kaldırılması için nihaî hükmün Cenab-ı Allah'tan gelmesini düşünüyor olabilirdi?...

Havle binti Sa'lebe toplum nazarında tabu haline getirilmiş bir geleneğin hükmünü tek başına değiştiremeyeceğini ve Rabbi’nden konu ile ilgili yeni bir hüküm gelmediği sürece Rasulüllah'ın da bir çözüm getirmeyeceğini anlayınca doğrudan doğruya Allah'a yöneldi ve:

 - "Allah'ım! Yalnızlığımın şiddetinden ve bana zor gelecek olan ayrılığımın acısından sana sığınıyorum; küçük çocuklarım var, onları ona bıraksam zayi olacaklar, kendim alsam aç kalacaklar..." diyerek ağlıyordu...

 - “Allah'ım! Halimi sana şikayet ediyorum... Allah'ım! Peygamberinin diliyle bir çözüm indir, sıkıntılarımı sona erdir!..." diyerek Rabbine şikâyetini duyurmağa çalışıyordu ki, Rasulüllah’da vahiy alameti belirdi... Bir süre sonra Allah’ın Elçisi tebessüm ederek başını kaldırdı ve Havle Binti Sa’leb’ye baktı:

 - " Havle! Müjde!... Müjde!..." buyurdu ve indirilen ayetleri ilk defa ona okumuş oldu.[11]

 Herkesin... özellikle de samimiyetle kendisine yönelip içtenlikle duâ ederek içine düştükleri girdaplardan çıkış yolu arayanların; Allah’tan ümidi kesmeyen ve çâresizmiş gibi görünen dertlerine çâre dileyenlerin Rabbi Yüce Allah, "İnananlara, salt rahmet ve şifa olmak üzere indirdiği"[12] âyetlerinden bir pasaj daha indirmek suretiyle, henüz Rasulüllah’ın yanından ayrılmadan Havle Binti Sa’lebe’nin de duâsını işitmiş, isteklerine derhal cevap vermiş idi:

 "Allah işitti. Kocası hakkında seninle tartışan ve sonunda durumundan Allah'a şikâyet eden kadının sözlerini Allah işitmiştir. Allah sizin karşılıklı konuşmalarınızı dinliyordu. O işitir ve görür.”

 “İçinizden kadınlarına zıhar yapanlar, bilsinler ki o kadınlar onların anaları değildir. Onların anaları, ancak kendilerini doğuran kadınlardır. Onlar, böyle söylemekle çok kötü ve doğru olmayan bir söz söylüyorlar. Allah çok affedici ve bağışlayıcıdır.”

 “Kadınlarına zıhar yapıp sonra da söylediklerine geri dönmek isteyenlerin, hanımlarına dokunmadan önce bir köle azat etmeleri gerekir. Bu hususta size öğütlenen budur. Allah yapmakta olduğunuz şeylerden haberdardır.”

 “Köle azat etme imkânını bulamayanlar, kadınlarına dokunmadan önce iki ay aralıksız oruç tutmalıdırlar. Buna da gücü yetmeyenler altmış yoksulu doyurmalıdırlar. Bunlar Allah'a ve Elçisine iman etmeniz sebebiyledir. Bunlar Allah'ın koyduğu yasalardır. Kâfirler için can yakıcı bir azap vardır.”[13]

 Tabiî ki ilahî olanları da dahil... bütün yasalar ve yasal kurumlar insanın haklarını ve onurunu korumak amacıyladır... bu amaçla vaz'edilmiş düzenlemelerin hiç birisi de dokunulmaz /tabular değildir. Bunlar şu ya da bu biçimde insanın temel hak ve özgürlüklerini kısıtlayıcı, dolayısıyla bireyin mutsuzluğu neticesine götürücü bir içeriğe sahip ise, mutlaka yeniden gözden geçirilip değiştirilmelidir; "yasa böyle diyor" denilerek insan yapıtı hiçbir kanun, insanın mutsuzluğuna gerekçe gösterilmemelidir...

Bilinmelidir ki, insan için; onu mutlu ve müreffeh olarak yaşatmak maksadıyla kurulan sistemler ve düzenlenen yasalar, sâdece birer araçtan ibarettirler, asla amaç olamazlar... Her şeyin en tehlikelisi, amacın araç, aracın da amaç yerine konulmasıdır... Zaten amaç ile araç yer değiştirip, araç amaç haline getirildiği bir sistemde ne gerçek özgürlükten ve ne de hakların üstünlüğünden söz edilebilir... “... O halde hürriyeti, ‘mutlak surette kanunlara itaattir’ diye tarif etmek, insanlara açıkça zulme karşı boyun büküp baş eğmeyi tavsiye etmek demektir ki, bu hem sosyal ahlak açısından hem de insanın refah ve mutluluğu zaviyesinden  en menfur bir telakki ve tavsiye tarzıdır.”[14]

 Sözün özü:

   Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol!

   Yol varsa budur; bilmiyorum başka çıkar yol...

 

Site tasarımı Mehmet Akif Duman

Elektronik posta adresi