Prof. Dr. Mehmet Zeki Duman

KUR’AN’I ANLAMADA TEMEL PRENSİPLER

 Kur’an Hakkında Ortaya Atılan Meseleler,

Öncelikle Kur’an ve Sahih Hadisler Vasıtasıyla Çözümlenmeli...

GİRİŞ

Prof. Dr. M. Zeki Duman* 24.11. 2004

Biz insanlar kavramlarla anlaşır ve düşünürüz. Dolayısıyla kavramlar, iletişim ve düşünce hayatımızın vazgeçilmez araçlarıdır. Sağlıklı bir iletişim ve düşünce de ancak, sağlıklı kavramlarla mümkündür. Evrensel bir medeniyetin çağlar ötesine taşınması da öyle!...

Henüz indirilen ilk iki pasajında ‘okumak’, ‘öğrenmek,’ ‘kalem’ ve ‘yazı’dan söz ederek[1] inşasına başlanan İslâm Medeniyetinin ana kaynağı Kur’an’ın da, elbette kendisine özgü kavramları ve anlam dünyası vardır. Kur’an’ın doğru anlaşılması, onun anlam dünyasının bilinmesi ve onu anlamada doğru bir yaklaşım ve bir yöntemin seçilmesi ile mümkündür...

Denilebilir ki Kur’an, ilk muhataplarının dili,[2] o dili var eden kültürü ve arz-talep ilişkisi içerisinde pasajlar halinde indirilirken hem kendisine özgü dilini ve anlam dünyasını oluşturmuş hem de İslâmî yapıyı ilmek ilmek örmüştür. Özellikle, pasajlar hâlinde indirilmekte olan vahyin, ilk muhataplarının üzerinde yoğunlaşmalarına, onu zaman içerisinde doğru olarak algılayıp yaşamalarına imkân tanıyan nüzul yöntemi,[3] indirilen her pasajın özümsenerek kavranıp yaşanmasını mümkün kılarken; yüce bir ahlakın sahibi olup[4] âlemlere, salt rahmet olarak gönderilmiş[5] mükemmel bir insanın rehberliği de İslâm’ın hayata intikalini daha da kolaylaştırmıştır. Onun, inzalinde, yaşanmakta olan hayatın öncelikli ve güncel ihtiyaçlarına cevap verme yönteminin seçilmiş olması, akla, düşünmeye ve anlamaya vurgu yapan mesajları; ilme, aydınlanmaya ve gelişerek değişmeye teşvik eden öğütleri ve insana hayat bahşeden yasa ve prensipleri de, yaklaşık yirmi üç yıl gibi kısa bir süre içerisinde, aşırılıkları olmayan /âdil[6] ve âlemlere örnek gösterilen en medenî /hayırlı[7] bir toplumun inşasını gerçekleştiren önemli faktörlerdendir... Ancak, İslâm’ın egemen olduğu sınırların genişlemesiyle birlikte, Kur’an’ın diline yabancı toplumların bu dine girmeleri; bilhassa üçüncü halifenin şahâdetiyle ortaya çıkan siyâsî olaylar neticesinde Müslümanlar arasında ortaya çıkan bölünmeler, kanlı savaşlar ve gruplaşmalar, bazı siyasi ve dinî görüş sâhiplerini bilerek ya da bilmeyerek Kur’an’ı farklı algılama ve yorumlama sonucuna, Kur’an’daki bir ifâde ile zeyğ’a götürmüştür.[8] Sözün özü, hem Kur’an’ın indirilip yaşandığı asırdan hem de var ettiği kendisine özgü anlam dünyasından uzaklaşılması sonucu, onu doğru anlama ve hayata intikal ettirme konusunda bir takım sorunlar, kavram kargaşaları ve hâlen tartışılmakta olan usûl ile ilgili meseleler ortaya çıkmıştır.

 Konunun, bundan daha da can alıcı noktası ise şudur: Batı’dakinin aksine, İslâm dünyasında gerçek bir metin merkezli anlama ve yorumlama faaliyeti söz konusu olmasına rağmen, bu kültür içerisinde Kur’an’ın, nüzul süreci ve metninin gerçekliği açısından, ‘efradını câmi ağyarını mâni’ denilebilecek tam bir târifi yapılıp da kendi gerçekliğine uygun bir Kur’an tasavvuru oluşturulabilmiş değildir! Mesela 1. Âlemlerin Rabb’i Allah tarafından[9], güvenilir[10] ve kutsal[11] bir ruh[12] olan Cibril /Cebrail vasıtasıyla[13] Hz. Muhammed’in kalbine[14], 2. Apaçık Arap dili ile indirilen[15], 3. İmam Mushafta[16] yer alan, 4. Mütevâtir olarak nakledilen, 5. Namazlarda okunulabilen mu’ciz bir kelam olan Kur’an-ı Kerim’den başka, bugün, Ehl-i Sünnet ilim çevrelerinde bu şartlardan hiç birisini taşımayan, ahad haberlere dayalı âyetlerinden[17](!) söz edilmekte; konu ile ilgili Kur’an’ın hükmüne rağmen, “Öteki Kur’an” adı verilebilecek âyetlerle(!) amel edilmekte; beş yüze yakın âyet ise “mensuhtur” gerekçesiyle işlevsiz addedilmektedir!... Pek çok sünnî ve şiî müfessirlerin ‘ehl-i beyt’ anlayışı ve Şi’a’nın bu anlayışa dayalı ‘On İki İmamın Masumiyeti İnancı’ da asıl Kur’an’da bulunmamaktadır! Hâlen usul ili ilgili kaynaklarımızda, tenkitli de olsa, Kur’an’a sokulmuş ve Kur’an’dan çıkartılmış pasajlardan[18]; mükerrer olarak indirildiği söylenip de ikincisi mushaflarda yer almayan sûre ve âyetlerden söz edilmektedir![19] Gerçi Ulûmu’l-Kur’an ile ilgili kaynaklarda ve programlar içerisinde, hem Kur’an metninin oluşumu hem de dilsel özellikleriyle ilgili konulara yer verilmiş,[20] Halku’l-Kur’an, Kur’an’ın Yazı İle Tespiti, Muhafazası ve Cem’i Meselesi gibi, teolojik ve ideolojik tartışmalar yanında Kur’an’ın târifi de yapılmış ve yapılmaktadır; ancak bunlar, kendi gerçekliğine uygun bir Kur’an tasavvuru oluşturma durumundan çok uzak olduğu gibi, bu konuların hâlen tartışılıyor olması da böyle bir tasavvurun oluşmadığının kanıtlarındandır... O nedenle, son dönemlerde Kur’an’ı anlama ve yorumlama ile ilgili teklif edilen yöntemler çerçevesinde yapılan tartışmalar, vahyin[21] sahibi Yüce Allah’ın[22] açıkladığı üzere, bir levh’de korunmuş[23], temizlerden başkasının dokunamayacağı bir kitap’ta muhafaza altına alınmış,[24] oradan da Cibril vasıtasıyla Hz. Muhammed’e, - Allah dilemediği sürece, asla unutmayacağı bir tarzda[25] - hem lafız hem mânâ hem de beyan hâlinde[26] “hakk (aslî hüviyeti) ile indirilmiş ve olarak (aslî hüviyetini koruyarak) inmiş”;[27] içerisinde ne Peygambere ne de başkalarına âit tek bir beşer sözcüğünün dahi yer almadığı[28] ve kıyâmete dek Cenab-ı Allah’ın muhafazası altında bulunup[29] ‘önünden ve ardından kendisine hiçbir bâtılın gelip sokulamayacağı[30] tam ve gerçek bir Kur’an[31] tasavvuru üzerinde değil; M. Watte’ın da dediği gibi, daha ziyâde: “On ikinci asırdan itibâren Avrupa’da Kur’an aleyhine doğmuş muharref bilgiler...” ve Batılı bilim adamlarının, kendi târihsel bilinç düzlemlerinde oluşturdukları bir metin tasavvuru üzerinde odaklaşmıştır.

İslâm ilim adamlarının zihin dünyalarında, bugüne dek üzerinde ittifak edilen gerçekçi bir Kur’an tasavvurunun bulunmayışı, Kur’an’dan böyle bir tasavvuru gerçekleştirebilecek bazı unsurların inkârına, bazılarının da şüphe ile karşılanmasına neden olmuştur. Hatta, “kendisinde hiçbir şüphe bulunmayan”[32] Kur’an’ın gerçekliği üzerinde bir takım anlamsız tartışmaların yapılmasına neden olmuştur. Mesela, Kur’an-ı Kerîm’de, “Yaş ve kuru, her şeyi içeren” bir asıl kaynaktan; Kur’an’daki adlarıyla, ümmü’l-kitab, kitab-ı mubîn, el-kitab ve levh’den; literatürdeki yaygın adıyla Levh-i Mahfuz’dan[33] söz edilmektedir. Buna rağmen, son dönemlerde ortaya çıkan bazı kimseler, müteahhirun ilim adamları tarafından Kur’an’daki içeriği büyük ölçüde değiştirilip farklı anlamlar yüklenerek tartışılan nesh terimi, Kur’an’daki lehçe ve kıraat farklılıkları; bilhassa nass-olgu ilişkisi açısından “...metinle kültürel olgu arasındaki diyalektiğin göz ardı edilmesi...”[34] ve Kur’an’ın levh-i mahfûzda bulunmasının makul bir izahının yapılamayacağı... gibi gerekçelerle “Levh-i Mafhuz adındaki bir şeyin” olmadığını ve buna imanın etmenin gerekmediğini iddia edebilmektedirler![35]

Kur’an’ın, Hz. Peygamber’e, Cebrail vasıtasıyla yaklaşık yirmi üç yılda pasajlar hâlinde inzal edildiği, hem âyetler[36] hem de tarihî belgelerle sâbittir.[37] İlim adamları da bu konuda müttefiktirler. Müslüman ve Müsteşrik, hiçbir ilim adamı, Kur’an’ın, Hz. Peygambere Tevrat ve İncil gibi bir celsede ve toptan indirildiği iddiasında bulunmamıştır. Fakat onun, ilk önce, ‘dünyâ semasına, orada beytü’l-‘izze tâbir edilen bir yere(!) veya Hz. Peygamber’in kalbine toptan ve bir defada indirildiği; daha sonra da, peyder pey inzal edildiği’ konusu, on küsûr asırdan beri tartışılmaktadır. Oysa ne Kur’an’da ve sahih bir hadiste beytu’l-izze’den söz edilmektedir ne de kozmik evrende veya metafizik âlemde böyle bir mekânın varlığı söz konusudur!... Ayrıca Kur’an’ın, lafız olarak mı, yoksa mânâ olarak mı inzal edildiği hususu da asırlardan beri tartışılmaktadır…

Zikr’i indirenin, aynı zamanda onun koruyucusu olduğu; Allah dilemediği sürece Peygamberin, kendisine inzal edilen âyetleri unutmayacağı ilkesine rağmen, bazı kimseler de, ‘vahiy, yazılı bir metin olarak değil, sözlü olarak inzal edildiği için Peygamber, kendisine ilka edilen mânâyı, kendi ifâdesi ile Arap dilinde kelimelere dökmüş ve anlatabildiği kadarını muhataplarına tebliğ etmiştir; muhatapları da ancak ondan anladıkları kadarını öğrenmişlerdir’ diyerek, Allah’ın vahyinin, insanlara tam olarak yansıtılmadığı îmasında bulunmaktadırlar... Bir kısım ilim adamları, fikrini ispat için getirdiği delillere de dikkat ekmeksizin: ”Peygamber (sav), özellikle kendisine inananların sayısının çok az, yazı bilenlerin ise nâdir olduğu ilk Mekke yıllarında bazı âyetleri ve hatta kısa sûreleri unutmuştur...”[38] derken bir kısmı da, Mekke döneminin bir kısmında, Medine dönemininse tamamında indirilen sûreler, yazılmış olsa bile, yazı malzemelerinin çeşitliliği ve dağınıklığı /kifâyetsizliği(!) yüzünden[39], sûreler içerisinde âyetlerin tertibinin tevkıfî’liğinden söz edilemeyeceği; bir kısım âyetlerin konulması gereken yere konulmadıkları; bulundukları yerde ise, hiç bir anlam ifâde etmedikleri gerekçesiyle, bazı âyetlerin sûreler içerisinde yerleri değiştirilerek; bazılarının ise başka sûrelere nakledilerek, sûreler içerisinde âyetlerin yeniden tanzim edilmesi ve yeni bir metin inşasının gerektiği iddiasındadırlar.[40] Daha önce müsteşriklerin iddiası iken, inandığını söyleyen bazı kimseler bile Kur’an’ın tahrif edilmiş olduğundan; az da olsa, Kur’an metnine sokulan, hatta  Kur’an’a alınmayan pasajlardan(!) söz edebilmektedirler. Hatta Kur’an’ın tenkilti bir neşrinin yapılmasının lüzumuna dahi işâret edenler bulunmaktadır.

Bu ve benzeri sorunlara cevap vermek arzusuyla kaynaklarda yer verilen bir takım argümanlar, üretilen kavramlar, delile ve ispata ihtiyacı olan deliller(!) ise, genellikle sahabe, tabiûn ve daha sonra gelen ilim adamlarına dayalı ve pek çoğu asılsız görüş ve rivâyetler çerçevesinde tartışılmış; fakat bu tartışmalar her iki tarafı da tatmin edememiştir. Bugün, “Kur’an’ın metinleşme süreci problemi” ve “Kur’an’ın Orijini” veya “İhtilâf-ı Mesahif” gibi adlarla gündeme taşınan tartışmalar, en azından yaklaşık yirmi üç yılda inzali tamamlanan vahyin korunamadığı problemini de gündeme taşımaktadır...

Böylesi önemli meselelerin, Kur’an hakkında göz ardı edilmemesi hatta öncelikle ele alınması gereken bazı temel prensiplerin dikkate alınmadığından kaynaklandığı muhakkaktır. Oysa ki, Kur’an hakkında varolduğu vehmedilen meselelerin, mutlaka yine Kur’an ve sahih hadisler vasıtasıyla çözümlenme yolu seçilmeliydi. Ama bunun tam olarak yapılmadığını veya büyük oranda kültürün etkisi altında kalınarak yapılmakta olduğunu gördük... Biz bu tebliğimizde bu temel prensipten hareketle gerçek bir Kur’an tasavvuru ortaya koymaya çalışacağız. Mâdem ki bugün, ‘Kur’an’ın metinleşme süreci ve korunmuşluğu probleminden söz ediliyor, o halde “Kur’an’ın Aslı ve Ana Kaynağı” olarak  sözü edilen “Ümmü’l-Kitab” nedir? Kur’an’ın, “Temizlerden başkasının dokunamayacağı bir kitap’ta,” diğer bir ifâde ile “Bir levh’de korunmuş” olması ne anlama gelmektedir? Kur’an’ın Hz. Muhammed’e inzali keyfiyeti ve inzal edilenlerin mahiyeti, âyetler çerçevesinde anlaşılabilir mi? “Zikr’i indiren Allah, onu nasıl korumaktadır?” vb. sorular sorulmalı ve cevabı da, öncelikle Kur’an ve sahih hadislerde aranmalıdır. Öyle tahmin ediyoruz ki, bu sorular, Kur’an ve Hadisler çerçevesinde makul cevap bulduğu takdirde, hem tam bir Kur’an tasavvurunun oluşmasına katkıda bulunulmuş olacak hem de Kur’an hakkında tartışılan bazı usûl konularıyla ilgili meseleler de anlamını yitirecektir; en azından bu konuda önemli bir adım atılmış olacaktır.

Kur’an’ın Aslı veya İnzal Öncesi Kaynağı

“Kur’an’ın Aslı,” değişik bir ifade ile “İnzal öncesi Kaynağı” denilince, İslâm Kültüründe ilk akla gelen kavram, hiç şüphesiz Levh-i Mahfuz’dur. Kur’an’da, sâdece bir âyette mahfûz sıfatıyla birlikte ‘korunmuş levha’ anlamında geçen levh kelimesi, İslâmî literatürde Levh-i Mahfuz şeklinde özel isim olarak benimsenmiş ve Ümmü’l-Kitab[41] yerine yaygın hâlde kullanılmaktadır. “Allah’ın vahyettiği bütün kitapların kaynağı,”[42] “Tanrısal bilgi hazinesi,”[43] “Allah’ın bilgi hazinesi,[44] “Ulvî âlemde evrenin ilk ve lâhutî varlığı,”[45] el-Aklü’l-Faal, en-Nefsü’l-Küllî[46] ve Kitâb-ı Mubîn olarak da tanımlanan Levh-i Mahfuz, tefsirlerde, hadis mecmualarında, tasavvufî ve felsefî kaynaklarda bahis konusu olup çeşitli bakış açılarıyla değerlendirilmiştir.[47] Kur’an’da farklı isimlerle zikredilen bu kitab’ın ya da levh’in, aynı şey olduğu kanaatiyle ona Levh-i Mahfuz adı verilmiştir.[48] Biz de bu tebliğimizde, soyut âleme âit olan bu kitaptan söz ederken, İslâmî literatürde yaygın olarak kullanılan bu adı kullanacağız.

Kur’an-ı Kerim’de: “Evet, o şerefli[49] bir Kur’an’dır, bir Levh’de korunmuştur.”[50]; “Şüphesiz o, âlemlerin Rabb’inden indirilmiş, kesinlikle değerli bir Kur’an’dır, bir kitapta muhafaza altına alınmıştır; temiz olanlardan başkası ona dokunamaz!”[51]; “O, Ana Kitapta’dır; katımızda yüce ve hikmetlidir”[52] tarzında nitelendirilen ‘Ana Kitap,’ müfessirlerin çoğunun kanaatine göre levh, yani Levh-i Mahfuz’dur.[53] Hatta, pek çok müfessire göre bu kitap sâdece Kur’an’ın değil, Tevrat, Zebur, İncil ve İbrahim (as) gibi[54] bazılarına verilen suhuf’lar da dâhil, peygamberlere inzal edilen bütün vahiylerin de aslını ihtivâ etmektedir.[55]

Kur’an açısından bakıldığında Levh-i Mahfuz, sâdece peygamberlere indirilen vahyin kaynağı değil, evrende olmuş ve olacak her şeyin aslını; yaratılmadan önceki soyut varlığını ifâde eden bir kavramdır. Allah’a bakan yüzüyle o, Allah’ın, kelâm-ı nefsî tâbir edilen sınırsız, şekilsiz ve ihata edilemez ilmini; evrene bakan yüzüyle ise evreni bütünüyle kapsayan soyut bir proje niteliğindedir. Biz, Levh-i Mahfuz’u daha yakından tanımak için ilgili âyetlerden bir kısmına, bir sistem dahilinde göz atmak istiyoruz:

1. Göklerde ve Yerdeki Her Şey Levh-i Mahfûz’a Kaydedilmiştir

 “Allah’ın gökte ve yerdekilerin hepsini bildiğini bilmiyor musun?  Muhakkak ki bunlar, bir kitapta kayıtlıdır. Kuşkusuz bu, Allah için pek kolaydır.”[56]

“...Yer yüzünde ve gökte zerre /atom ağırlığınca; bundan daha küçük ya da daha büyük hiç bir şey Rabb’inden gizli olamaz; hepsi de Kitab-ı Mübin’de mutlaka kayıtlıdır.”[57]

“Yer yüzüne ve sizin başınıza gelecek her musîbet, yaratılmadan önce mutlaka bir kitapta kayıtlıdır...”[58]

“Allah, karada ve denizde ne varsa, hepsini bilir; O’nun bilgisi dışında bir yaprak dahi düşmez; O yerin karanlıklarındaki tek bir dâneyi /tohum dahi bilir; yaş ve kuru, ne varsa, hepsi apaçık bir kitapta kayıtlıdır.”[59]

Bu âyetlerde geçen, “Göklerde ve yerdeki her şey,” “zerre /atom ağırlığınca veya bundan daha küçük ya da daha büyük her şey,“ “Yer yüzüne ve insanlara gelecek her belâ,” “...Yaş ve kuru, ne varsa, hepsi..” ifâdeleri, hem makro düzeyde evrenin bütününü hem de mikro düzeyde yaratılmışların tamamını kapsamaktadır. Buna göre, evrenin yaratılış süreci de dâhil, her şey; rızıklar, ömürler, ameller vs. yaratılmadan önce, mutlaka Levh-i Mahfuza yazılmıştır.[60] Bilhassa, ikinci âyette, yalnız “Yer yüzüne ve insanlara gelecek musibetler”den söz edildiği sanılmamalıdır; zira birinci âyetteki “her şey” ifâdesi, insanlara ve yer yüzüne gelecek bütün iyilik ve güzelliklerin /kader de aynı kitapta yazılı olduğunu ifâde için yeterlidir...

2. İnsanların Yaratılış Süreçleri de Lavh-i Mahfûz’da Kayıtlıdır

 “Hiç şüphesiz, insanın üzerinden, insan olarak zikre değer bir şey olmadığı bir zaman dilimi geçmiştir.”[61]

“O sizi, arzdan yaratmaya başladığında da annelerinizin karınlarında ceninler /embriyo olarak yaratırken de sizi çok iyi biliyordu; o nedenle kendinizi temize çıkarmaya kalkışmayın! O, takvaya sarılanın kim olduğunu çok iyi bilmektedir.”[62]

“Sizi önce topraktan, sonra nutfeden /sperm var eden[63] sonra da sizi /erkek ve dişi olarak birbirinize eş yapan Allah’dır. Her dişinin karnında taşıdığı ve doğurduğu şey O’nun bilgisi dahilindedir. Hayattaki bir canlıya verilen ömür de ömründen kısaltılan da mutlaka bir kitapta yazılıdır. Bunlar, Allah için hiç de zor değildir.”[64]

Bu ve benzeri âyetlere göre, Allah Teâlâ, hayvanlar için bir yavru, bitkiler için bir ürün, insanlar içinse üç kat karanlık içerisinde bir yaratılıştan sonra diğerine geçmek suretiyle farklı evrelerden geçirerek harika bir bebek olarak yaratıncaya dek her şeyi, an be an gelişip değişmekte olan bütün durumlarıyla birlikte Levh’e kaydetmiştir. Alim ve Habir olan Allah, onları bütün incelikleriyle /cüz’iyyât bilmekte ve bizzat yaratmaktadır.[65]

Anlaşılıyor ki, Allah, yaratılış süreci içerisinde, “henüz insan olarak zikre değer hiçbir şey değilken”[66] insanı bildiği gibi, onu ana rahmine düşmeden önce, ana rahminde üç karanlık içerisinde tavırdan tavra geçirerek var edip[67] gören, işiten ve anlayan bir insan olarak yaratırken[68] ve kendi tercih ve arzusuna göre yaşarken de bilmekte ve ömrünün sonuna kadar yaşayacaklarını; hatta ölüp toprağa karıştıktan sonra bedenden nelerin eksilip nelerin de kalıcı olduğunu dahi bilmektedir.[69] Çünkü:

3. Ölülerin Toprakta Bedenlerinden Kaybettiği de Korunan da Lavh-i Mahfûz’dadır

İnsan bedeni, çürüyüp moleküller ve zerreler /atom halinde toprağa karışmakla kaybolmuyor; onu yeniden vücuda getirecek bir tohum, mutlaka korunmaktadır:

“Muhakkak ki, ölüleri dirilten de hayattayken yaptıkları ve geride bıraktıkları eserlerini[70] yazan da Biziz, Biz! Kitab-ı Mübîn’e[71] her şeyi Biz kaydettik!...”[72]

“Oysaki Biz, yerin kendilerinden neyi noksanlaştırdığını bilmekteyiz; bir de yanımızda her şeyi muhafaza eden bir kitap bulunmaktadır...”[73]

”…Onların bilgisi Rabb’imin yanında bir kitaptadır; Rabb’im şaşırmaz ve unutmaz da. İşledikleri her şey sayfalarda mevcuttur; küçük, büyük hepsi satır satır yazılmıştır.”[74]

“De ki, sizi yere eken O’dur,[75] yalnız O’nun huzuruna götürülüp toplanacaksınız!”[76]

Yerin, insanın bedeninden eksilttiği, fakat yok edemediği tohumlar hakkında Rasûlullah (sav) şöyle demiştir: “Âdem oğlunun, ‘acbu’z-zeneb’den başka bedeninin tamamı çürür ve hepsini toprak yer; yalnız ‘acbu’z-zeneb’ kalır; yeniden yaratma da ondandır ve onun üzerinden başlatılır.”[77] Bir başka hadisinde şöyle demiştir: “Sonra Allah gökten bir su indirir ve o su ile ölüler, bitkinin yerden bitişi gibi kabirlerinden çıkarlar. İnsan cesedi bütünüyle çürüyüp yok olsa da ondan acbu’z-zeneb yok olmaz. İnsanlar bundan yaratılırlar.”[78]

Hadislerde geçen acbu’z-zeneb terkibi, her şeyin en son kısmı anlamına gelen acb ile kuyruk anlamına gelen zeneb kelimelerinden oluşmuştur. Literatürde omurga zincirinin en son kısmı, kuyruk sokumu kemiği olarak bilinir. Bu demektir ki, her insanın, bütün genetik özelliklerini taşıyan sperm benzeri bir hücresi, toprakta korunacak ve o tohum, tekrar yaratılışın esasını teşkil edecektir. Allah’ın, yeniden yaratırken yapacağı işi ise, en ince detayına varıncaya kadar satır satır yazılmış olan ilk projenin /Levh-i Mahfuz ikinci safhasını uygulamaya koymaktır: “Kitap sayfalarını dürer gibi göğü dürdüğümüz gün,[79] ilk yaratmaya başladığımız gibi (yaratmayı) tekrar edeceğiz.[80] Bu, bizim üzerimize bir vaattir, biz de bunun yapıcısıyız!...”[81] âyetleri de bunu söylemektedir...

Anlaşılıyor ki Levh-i Mahfuz, - teşbihde hata olmasın! – kullanıcıların fziksel ve kültürel ihtiyaçlarını karşılamak üzere fen ve sanat kurallarına uygun olarak düşünülüp kararlaştırılmış bir tasarımın projeye dönüştürülmesi gibi, Allah’ın, evreni yaratmaya başlamadan önce var ettiği soyut bir projesidir. Bu proje, Yüce Yaratıcı’nın “Kün!” emri ile birlikte, gaz ve toz bulutu öncesinden itibaren adım adım yaratılarak somut evrene dönüşüm sürecine geçmiştir. “Göklerin ve yerin altı günde yaratılmaları” da dâhil, evrenin başlangıcından şu âna kadar levh’de yer alan kısmı yaratılmıştır; kıyâmetin kopma sürecinin başlaması anlamına gelen Sur’a üfleme ânına kadar bütün yaratılacaklar da, öncekiler gibi, tıpkı sahneye aksetmekte olan bir film şeridinin kareleri şeklinde, sırası geldikçe varlık âlemine yaratılarak yansıyacak ve yaratma işi tamamlanacaktır. Sonra da kıyâmet süreci devreye girecek ve en son zerre /atom yok olup somut varlık âleminden gidene dek her şey bu kitapta kayıtlıdır...

Sözün özü, Levh-i Mahfuz, evrende olmuş ve olacak, Kur’an’daki tâbirileriyle: “zerre /atom ağırlığınca veya bundan daha küçük ya da daha büyük...“; “Yaş ve kuru, her şey”in en ince detayına varıncaya kadar yazılı olduğu soyut bir projedir; hem başlangıçtan beri yaratma ona göre devam etmektedir hem de âhiret hayatındaki yeniden yaratma, o projenin ikinci safhasının uygulamaya konulmasıyla gerçekleşecektir. Belki de, âhirette her şahsın eline verilecek amel defteri de, o projenin, şahsın dünya hayatının tümünü kapsayan ve kendisiyle ilgili bir sahifesi olacaktır...

Bizim, evreninin tamamını kapsayan düşüncemizin Kur’an’la ilgili boyutu hakkında, Abdullah Dıraz şöyle demiştir: “Demek ki her şey, ana prensiplerde olduğu kadar detaylarda da başlangıçtan itibâren Allah tarafından tasarlanmış olan eğitici ve teşriî bir plân çerçevesinde gerçekleşmiştir. Nüzulleri sırasında fevkalâde pedagojik bir plân takip eden bu âyetlerin, belli fakat değişik boyutlardaki sûrelere dağıtılıp tanzim edilmek üzere târihî silsilelerinden kopması ve böylece önceden plânlanmış bu dağıtım neticesinde, her biri mezkur pedagojik plândan daha az mükemmel olmayan edebî ve aklî bir sisteme sahip tam sûrelerden müteşekkil okunacak bir eser olarak ortaya çıkması... İşte böyle iki yönlü bir planın, beşerî ilim ve idrakten sudur etmesi aslâ düşünülemez.”[82]

Her Şey Levh-i Mahfuz’a Nasıl Yazıldı?

Allah Teâlâ, Hz. Peygamber’e ilk vahyinde, kalemden söz etmiş, ikincisinde ise, “Kalem’e ve kalemin yazdıklarına yemin olsun ki!...” diyerek, kalemi ve onun yazdıklarını gündeme getirmiştir. Pek çok müfessir bunu, İbn Abbas ve Ebu Hureyre’den nakledilen şu rivâyet ile açıklamıştır: Rasulüllah (sav) dedi ki: “Allah’ın ilk yarattığı şey kalemdir. Ona, “Yaz!” dedi. O da: “Neyi yazayım?” deyince: “Kaderi” (başka bir rivâyette): “Kıyâmete kadar olacak şeyleri!...” (Başka bir rivâyette) ise: “Ebediyete kadar olan ve olacak her şeyi yaz” buyurdu. O da ebediyete kadar olacak şeylerin hepsini yazdı.”[83]

Allah’ın, evrendeki her şeyi, belli bir ölçü, belli bir hesap ve belli bir sayı ile yarattığı bilinmektedir.[84] Rasulüllah demiştir ki: “Allah, gökleri ve yeri yaratmadan elli bin yıl önce, varlıkların miktarlarını takdir etmişti.[85]

Kalem ile ilgili rivâyetler ve kanaatler tartışılıyor olsa bile,[86] âyetler göz önünde bulundurulduğunda denilebilir ki Allah, Yüce Yaratıcı, henüz hiçbir şeyi yaratmadan önce, sonsuz ilmi ve ezelî bilgisi ile kâinâtı Levh-i Mahfuz’a, soyut bir evren olarak kaydetmiştir. Levh-i Mahfuz’a kaydedilen soyut evren, Allah’ın bilgi, ilgi ve irâdesi dâhilinde yaratmak şeklinde somut âleme intikal ettirilmektedir...

İşte elimizdeki Kur’an-ı Kerim de, yaklaşık on beş milyar yıl olduğu tahmin edilen somut evren geçmişinden, dünya yılı[87] ve güneş takvimi ile M. S. 610-632 yıllarını fizikî, târihî, siyasî, sosyal, kültürel... bütün yönleriyle kapsayan dönemdeki Levh-i mahfuz’un, yaklaşık yirmi üç yıllık kısmında yer alan soyut kelâmın, Cebrail vasıtası ve “Apaçık Arap dili...” ile Hz. Muhammed’in kalbine pasajlar[88] hâlinde bölüm bölüm inzal edilerek somut kelâma dönüştürülmesi; oradan da hem yazıya hem de yaşanmakta olan toplumsal hayata intikal ettirilmesidir.

Kur’an-ı Kerim Levh-i Mahfuz’dan İnzal Adilmiş /İndirilmiş Allah Kelâmıdır

Kur’an-ı Kerim, aslı Levh-i Mahfuz’da bulunan Allah kelâmıdır. Diğer semavî kitaplar gibi, o da oradan inzal edilmiştir.

Aşağıda açıklanacağı üzere, inzal’den kastımız şudur: Allah’ın dilediği zaman, dilediği ve izin verdiği[89] âyetlerin, Cebrail tarafından Hz. Muhammed’e vahiy hâlinde kelime kelime okunması; O’nun da kulak kesilip kendisine okunanları dinlemesi; eş zamanlı olarak okunan âyetlerin “…apaçık Arap Dili ile” metin, manâ ve beyân olarak Peygamber’in kalbine /zihnine - Allah dilemediği sürece unutması imkânsız bir biçimde - nakşedilmesi ve vahiy hâli geçtikden sonra yine Allah’ın irâdesi ile okuması keyfiyetidir.

Kelâm, Cenab-ı Allah’ın sıfatlarındandır. O da diğer zâtî sıfatları gibi, Allah ile birlikte ezelî ve ebedîdir. Allah’ın Kelâm sıfatı, somut evren yaratıldıktan; Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’an’ın tezahür etmesiyle birlikte sonradan var olmuş değildir. Kaldı ki, zaman ve mekânı da kuşatan evren yaratılmadan önce İlâhî hitaplar ve kitaplar Levh-i Mahfuz’da ses, söz ve şekilden mücerred /soyut olarak mevcuttu. Yüce Allah, Zâtı ve sıfatları ile birlikte, soyut evrenden önce de vardı ve kelâm-ı küllîsi onu kuşatmış idi...

Allah, ontolojik açıdan hiçbir yönden kendisine denk ve eşit olmayan[90] beşer ile doğrudan veya dolaylı olarak konuşur; “Allah, Musa ile de gerçekten konuşmuştur.”[91] Ahmed b. Hanbel’in de dediği gibi, “Levh-i Maühfuz ve mushaflarda bulunan, insanların okuduğu – nasıl okunursa okunsun ve nasıl vasıflandırılırsa vasıflandırılsın – bunların hepsi Allah kelâmıdır...”[92] O’nun kelâmı, Levh-i Mahfuz’da olduğu gibi hem soyut hem de oradan indirilmiş söz ve yazı hâlinde somut olarak bulunur ve mu’ciz vasfı sebebiyle her durumda Allah’ın Kelâmı olma niteliğini korur. Kur’an, Tevrat, İncil ve Zebur gibi Allah’ın Levh-i Mahfuz’dan inzal edilmek sûretiyle soyut halden somut hâle, diğer bir ifâde ile nefsî kelâmdan lafzî kelâma dönüştürülmüş en son İlahî sözlerdir. ‘Allah kelâmının, şu âyetlerde farklı yerlerde ve farklı anlamlarda kullanılmalarına rağmen yine de Kelamullah olarak isimlendirilmiş olması, bu kanaati doğrulamaktadır:

“Oysa onların arasından bir grup, Allah’ın kelâmını dinledikten sonra anladıkları mânâyı, bile bile tahrif etmiştir!...”[93]

“Ve eğer müşriklerden birisi senden eman dileyecek olursa, Allah’ın kelâmını dinleyinceye kadar ona eman ver!...”[94]

“Siz ganimetleri almak için (Hayber’e) gideceğiniz zaman (umre seferinden) geri kalanlar; ‘bırakın, biz de sizin arkanıza takılıp gelelim’ diyeceklerdir. (Bu davranışlarıyla) onlar, Allah’ın kelâmını değiştirmek isterler. De ki, ‘Siz, asla bizim peşimize takılıp sefere çıkmayacaksınız...’ ”[95]

Allah Tealâ birinci âyette, Hz. Musa’dan sonra kalpleri katılaşmış, hatta taştan daha katı olmuş bir kısım Yahudîlerden söz etmektedir. Hz. Peygamber’in çağdaşlarından bir grup, onun okuduklarını dinleyip anladıktan sonra Allah’ın âyetlerini tahrif etmektedirler. O nedenle onların iman etmelerini beklemenin boşuna olduğunun ifâde edildiği bu âyette kelamullah kavramı, Hz. Peygamberin okuduğu Yahudîlerin de dinledikleri âyetler anlamında kullanılmıştır.

İkinci âyet, Mekke’nin fethinden bir yıl önce, Hac mevsiminde Hz. Ebu Bekir Hac Emiri olarak Kâbe’ye gönderildikten sonra indirilmiş olan Tevbe sûresinin ilk pasajındandır. Hz. Peygamber bu âyetleri Hz. Ali ile Mekke’ye göndermiş ve Arefe günü Arafat’ta vakfe esnasında Mekke halkına tebliğ etmiştir. Allah, bu âyetlerde o güne kadar akdedilen anlaşmalara riâyet etmeyen müşriklere dört ay düşünme süresi tanımıştır. Bu süre dolduktan sonra, artık o bölgede hiç kimse müşrik olarak yaşayamayacaktır. Allah Tealâ buyuruyor ki: Ey Rasulüm, dört aylık bu süre dolduktan sonra, bir kişi sana gelir de ‘ben henüz kararımı veremedim; kelâmullah’ı dinlemek istiyorum, bana güvenli bir ortam sağla, onu dinledikten sonra kararımı vereceğim’ derse, ona o imkânı ver... dediği bu âyette kelâmullah tabiri, Kur’an veya onun, o güne kadar indirilmiş olan kısmı anlamındadır.

Üçüncü âyet, Allah’ın Elçisi Hz. Muhammed’in Umre ziyâreti için yaptığı dâvete, geçerli hiçbir mâzereti olmadığı halde icâbet etmeyen, bu yolu, ‘dönüşü olmayan bir yol’ olarak nitelendiren ve Rasulüllah (sav)’ın gıyâbında ileri-geri konuşanlar hakkındadır. Allah, bu seferden dönerken indirdiği Fetih sûresinde onlar için, ‘denenecekleri bir sefer hâriç, artık onlar sizinle asla savaşa /zafere çıkamayacaklar’ buyurmuştur. Onlar ise, Hayber’in fethi için yola çıkılacağı gün Allah’ın Elçisine gelmiş, ‘izin verin biz de sizinle birlikte gelelim’ demişledir... Bu âyetteki kelâmullah ise, Allah’ın, umre seferine katılmayanlar hakkında  önceden vermiş olduğu hükmü veya kararı anlamında kullanılmıştır.

Bunlardan başka iki âyette kelamullah tâbiri Allah’ın, Levh-i mahfuzu da kuşatan şekilsiz, vasıfsız ve ancak Allah’ın dilediği kadarı ihata edilebilen[96] sonsuz ve sınırsız kelâmı anlamında kelimetullah olarak tâbir edilmiştir: “De ki, “Rabb’imin kelimelerini yazmak üzere denizler mürekkep olsa, hatta ona bir misli daha eklense; Rabb’imin kelimeleri bitmeden denizler biterdi!...”[97]; ”Şâyet yer yüzündeki bütün ağaçlar kalem, denizler de mürekkep olsa ve bunlara yedi deniz daha eklense, yine de Allah’ın kelimeleri yazılmakla tükenmezdi.” [98]

Bu âyetlerden anlaşılıyor ki, Allah’ın kelamı, okunan, dinlenen ve yazılan şeydir ve zatına âit olan da, soyut hâlde Levh-i Mahfuz’da bulunan da insanın ağzından çıkan veya metin olarak sahifelerde yazılı halde bulunanlar da ‘Allah’ın Kelâm’ı niteliğini korumakta ve Kur’an-ı Kerim’de kelâmullah olarak isimlendirilmektedir...

“Şüphesiz biz, sana ağır bir söz /kavl vahyetmekteyiz”[99] âyetinde de işâret edildiği üzere kelâmullah, aynı zamanda bir söz’dür... Cenab-ı Allah’ın ifâdesiyle, “Şüphesiz o, değerli bir Elçi(olan Cebrail)nin sözüdür.”[100] O, Cebrail tarafından Hz. Muhammed’e pasajlar hâlinde[101] ve apaçık Arap dili ile[102] okunarak inzal edilip okunuşu tâ’lim edilmiştir.[103] Ancak Kur’an’ın, Hz. Muhammed’in kalbine Arapça söz hâlinde indirmesi /inzal, Hz. Muhammed’in de vahiy hâli geçtikten sonra kalbine indirilenleri aynı dilde muhataplarına okuması ve okunanları dikte ettirip vahiy kâtipleri vasıtasıyla kâğıt üzerine yazdırması, her ne kadar iş olarak yaratılmışlara âit olsa da, bu etkinlikler, dikte ettirilip yazılanı da okunanı da Allah’ın Kelâmı olmaktan çıkartmamaktadır. Çünkü lisan, ses, söz, yazı, harfler, kelimeler, cümleler... Kur’an’ın /kelâmullah’ın delâletidirler; insanlar, doğrudan doğruya Kur’an’a, genel bir ifade ile Allah’ın kelâmına erişemeyecekleri için bunlara muhtaçtırlar.[104] Belki tam bir kıyas /analoji olmayacak ama, yine de denilebilir ki, Allah’ın, kendisini tanıtmak istediği bir âyette, önce: “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur”, yani Allah, yaratılmışlardan hiçbir şeye benzemez, diyerek yüce zatını yaratılmışlardan tenzih edip, sonra da insanın kendisini tanıyabilmesi için: “O, işitir ve görür...”[105] ifâdesiyle kendisini yaratılmışlara teşbih etmesinin, O’nun Allah olmasına da Uluhiyyet ve Vahdaniyet vasıflarına da hiçbir halel getirmediği gibi, kelâmullahın da birbirinden farlı ortamlarda ve farklı forumlarda bulunması da onun Allah’a âit olmaktan çıkartmamaktadır. Kanaatimizce şu âyetler de, değişmeyen bu gerçeğe işâret etmektedirler: “Ey Muhammed! Sen Kur’an’ı, Alîm ve Hakîm olan Allah’ın katından almaktasın[106]”, “Biz onu hakk (aslî hüviyeti) ile indirdik o da hakk olarak (aslî hüviyetini koruyarak) inmiştir”[107]. Seni de ancak, bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.”[108]

Şu da bir gerçektir ki, Allah’ın diğer sıfatları gibi kelam sıfatı ve konuşması da hakikati itibâriyle insanlarınkine asla benzemez. Zira “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur...”[109] Yaratılmışlardan hiç birisi Yüceler yücesi Allah’a denk ve eşit değildir. O, gören, işiten, bilen... sıfatlarıyla insanın, kendisini tanıması için insana teşbih etmiş olsa da, yüce zâtı ve hakikati itibariyle insana asla benzemez. O, hiçbir şeye de muhtaç değildir! Yaratılmışlar, sözgelimi insan konuşmak için öncelikle dile; özgün yapısı ve bütün müştemilatıyla birlikte ağza, yani gırtlağa, ses tellerine, dişler ve dudaklara; sonra sese ve sesi vücuda getirecek olan diğer faktörlere; sonra konuşanla konuşulan arasında amacına uygun bir konuşmanın gerçekleşebilmesi için gerekli olan ortak bir lisana ve o lisanın bütün özelliklerini bilmeye; daha sonra da hem konuşanın hem de kendisine konuşulanın, her ikisinin de aktif bir zihinsel etkinlik içerisinde bulunmalarına; mesela, sağlıklı bir iletişimin gerçekleşebilmesi için kendisine konuşulan açısından seçiciliğe, konuşulan söze odaklanıp yoğunlaşma, algılama ve anlama faaliyeti içerisine girilmeye ihtiyaç ve mecburiyet vardır... Allah’ın ise bunlardan hiç birisine ihtiyacı ve mecburiyeti yoktur: “Bir şeyi murad ettiği zaman O’nun işi, sâdece ona ‘Ol!’ demektir; o da hemen oluverir.”[110] O halde lisan, Ebu Hanife’nin de dediği gibi, iletişimin /vahiy gerçekleşebilmesi için insanların muhtaç oldukları bir araçtır. Allah da insanlara o araç ile konuşmuştur. O nedenle Tevrat için İbranice, İncil için Süryanice ve Kur’an için Arapça Allah’ın kelâmını insanlara taşıyan zarf konumundaki bir vasıtadır ve insana âittir. Asıl olan mazrufdur, yani zarfın içinde taşınan şeydir ve Allah’a âit olan da odur.

Ancak Cebrail’in, vahiy hâlinde Hz. Muhammed’e okuduğu kelâmullah, Allah tarafından onun kalbinde Arap dili ile belli bir forma dönüştürüldüğü için zarfın, mazrufa göre şekillenmiş olduğu gerçeği de göz ardı edilemez! Başka bir deyişle lisan Kur’an açısından Arapça, asıl itibariyle ses, söz ve lisandan soyut olan kelâmullahın kendisiyle söze ve yazıya büründürülüp ifâde edildiği ve dilin imkânları dahilindeki bütün üslûbî özellikleri vahyin sahibi tarafından orijinal bir forum ile orada yansıtıldığı için, Kur’an’ın mânâsını lafzından ayrı düşünmek, onu lafz ve mânâ ikilemi içerisinde görmek, İbn Küllab’ın, daha sonra da Bakıllanî’nin el-İnsaf adlı eserinde savunduğu[111] gibi, prensipte de olsa, aralarında fark var diye, kur’an ile kıraati birbirinden ayırmak (bir nevî ruh ve beden düalizmi gibi), Kur’an için de câiz görülemez. Özellikle – aşağıda daha geniş açıklanacağı üzere – Kur’an’ın inzali, Bakıllânî ve bir kısım İslâm Filozoflarının dedikleri gibi mecâzî mânâda bir i’lâm ve ifhâm ile değil, hakikî mânâda ve “Hakk (aslî hüviyeti) ile inme ve Hakk olarak (aslî hüviyetini korumuş olarak) indirmedir.”[112] Mekân açısından Gazalî bunu şöyle izah etmiştir: Her Kur’an hafızının hafızasında Kur’an, maddî bir mekânı kaplamaksızın yazı ve mânâ hâlinde nasıl bulunuyor ve okunurken yeniden hatırlanması sebebiyle zihinsel bir görünüme nasıl bürünüyorsa, onun gibi, inzal edilen âyetler de Peygamber’in kalbine öyle nakşedilmiştir.[113] Bilhassa vahiy hâlinde Hz. Peygamber’in, Allah’ın kendisine okuduklarını /”kara’nâhu” takip etmenin dışında anlamaya dâir her türlü zihinsel faaliyetten men edilip bütün etkinliğin tek taraflı olarak Allah’ta toplanması; böylece kelâmullahın Peygamber’in kalbinde Allah tarafından Arap dili ile şekillenmiş olarak cem edilmesi /ezberletilmesi, mânâ ve maksadın o dil ve o forum içerisinde yansıtılması; vahiy hâli geçtikten sonra da vahyolunanların Peygamber’e ayniyle okutturulması, - Arap diline, kesinlikle herhangi bir kutsiyet kazandırmamakla birlikte - Kur’an için zarfı da mazruf hükmünde kıldığı kanaatindeyiz.

Arapça yazılmış her metin, elbette Kur’an değildir. Fakat yazılı bir metin olarak Kur’an ancak, Arap dili ile Allah’ın Kelamı olma özelliğini korur. Zira Hz. Peygamber’e Allah tarafından vahyedilmiş olmaktan sonra, onu Kur’an yapan en önemli özelliklerden biri, hatta birincisi Arapça olmasıdır. O Rasulüllah’a Arap Lisanı ile okunmuş, doğal olarak Peygamber de onu o lisan ile, hem de üzerinde hiçbir tasarrufta bulunmadan, hafızasına nakledildiği şekilde insanlara okuyarak tebliğ etmiş ve yazdırmıştır!... Bu özellikleri sebebiyle, Kur’an için zarf durumunda olan söz ve yazı tamamen ya da kısmen ortadan kalktığı veya deforme olduğu zaman mazruf da Allah’ın kelamı olmaktan çıkar ve beşer perspektifinden kelâmullah yok olur.

Sözün özeti şudur: Allah’ın kelamı ne ise, odur ve O’nun zatına özgüdür. Kelâmullah’ın künhüne ve hakikatine tam mânâsıyla vâkıf olunamaz. Ancak Allah’ın dilediği kadarı ve dilediği biçimde indirdiği, insanlar tarafından idrak /ihata edilebilir. Kur’an da insanın idrâk edebileceği mâhiyetteki bir Kelâmullah’dır... Okuyanların ve okunan metinlerin sonradan ve yaratılmış olmaları, Allah’ın ezelî kelâmı için bir nakîse ve kusur teşkil etmez; onu sonradan ve yaratılmış da yapmaz. Tıpkı Allah’ı tanıyan ve iman eden melekler, insanlar ve cinlerin yaratılmış olmalarının Allah’ın uluhiyetine ve ezelî vasfına bir nakise getirmediği gibi... O nedenle Allah’ın sıfatları için ‘yaratılmışlık vasfı’nı düşündüreceği endişesinden ötürü Kelâmullahı /Kur’an’ı, Bakıllânî ve benzeri Kelâmcıların yaptıkları gibi “okumak başka, okunan başkadır...” diyerek Kur’an’ı lisan kısmından ayrı düşünmek, ruh ve bedenden müteşekkil insanı, ruhsuz beden veya bedensiz ruh olarak takdim etmek gibi bir şey olur ki; her iki hâlde de ne kelâmullah’dan söz edilebilir ne de insan’dan!...

Kur’an’ın mu’cize oluşu ve bir pasajının dahi vücuda getirilememe durumu, belki de onun, her hâl ve durumda; yani Levh-i Mahfuz’da soyut halde bulunurken de Cebrail tarafından Hz. Muhammed’e okunurken de Hz. Muhammed’in kalbinde mevcutken ve onun ağzından okunup kağıt üzerine yazılırken de Allah’ın kelâmı olma özelliğinin korunmasından dolayıdır...

Kelamullah’ın  Levh-i Mahfuz’dan Cebrail’e İntikali

‘Kur’an, Hz. Peygamber’e inzal edilmeden önce Cebrail’e nasıl intikal etmiştir?’ sorusu usul kitaplarında bir kısım görüş ve revâyetlere dayalı olarak tartışılmaktadır. Gerçekten de Cebrail, Kelamullah’ı doğrudan Allah’dan mı, yoksa Ana Kitaptan, diğer adıyla Levh-i Mahfuz’dan mı aldığı hususu kapalıdır. Kur’an’da bununla ilgili açık bir bilgiye rastlayamadık. Usûl âlimlerinden kimine göre, Allah Levh-i Mahfuz’a kaydettiği kelâmının Arapça olarak okunuşunu Cebrail’e öğretmişti. O nedenle Cebrail Allah’ın kelâmını okumayı biliyor ve anlıyordu...[114] Kimine göre de sefera adı verilen özel görevli melekler yirmi gecede Kur’an’ın bütününü Cebraile yazılı metin olarak taşıdılar. Cebrail de onlardan aldığı metni Peygamber’e getirdi...[115] Zerkeşî bu konuda, iki görüş ileri sürmüştür: Görüşlerden birine göre, “Allah, Cebrail semada, mekandan bağımsız bir durumda iken ona kelâmını dinletip kavrattı, daha sonra da Cebrail bir mekâna inerek onu yer yüzüne iletti...” İkincisine göre de, “Cebrail Kur’an’ı, doğrudan Levh-i Mahfuz’dan ezberledi, sonra da onu Hz. Muhammed’e indirdi.[116] Bu görüşlerin hepsi de ihtimale dayalıdır ve zan ifâde etmektedirler. Kur’an mantığına göre “Hiç şüphe yok ki zann, asla kesin ilim ifâde etmez.”[117] O nedenle biz, doğrudan Kur’an’a yönelmek ve bu problemi asıl kaynağından halletmek zorundayız. Öyle zannediyoruz ki, şu âyetler bize, bu konuda da ipucu niteliğinde bir ışık tutacaklardır:

“Gerçek şu ki, O, Levh-i Mahfuz’da korunan şerefli bir Kur’an’dır.”[118]

“Şüphesiz o, değerli bir Kur’an’dır, bir kitapta saklıdır; ona temizlerden başkası dokunamaz! Âlemlerin Rabb’inden indirilmiştir.”[119]

“Hayır!... Şüphesiz o bir öğüttür; ancak dileyen kimse ondan öğüt alır! O, temiz, son derece değerli ve saygın yazıcı[120] (melekler)in elleriyle, kadri yüce ve tertemiz sahifelere yazılmıştır.”[121]

Burada mealini verdiğimiz ilk iki âyetten daha önce söz edilmiş; Kur’an’ın “Bir levh’de” diğer adıyla “Bir kitap’ta” korunmakta olduğu ve ona temizlerden başkasının dokunamayacağı bilinmektedir. Ona temiz olmayanların dokunması, onu kısmen ya da tamamen tahrif etmek, beşer sözü katmak, değiştirmek vs. olabilir; temizlerin dokunması ise, ona yaklaşmak, onu okumak ve ondan bir nüsha almak şeklinde anlaşılabilir. Nitekim üçüncü âyetin de bu mânâyı desteklediği söylenebilir.

Bu ayette sözü edilen tezkira’nin Kur’an olduğu, âyetin bağlamından anlaşılmaktadır. “Kadri yüce ve tertemiz sâhifeler” hakkında ise, müfessirlerimiz birbirinden farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bu görüşleri şöyle özetlemek mümkündür:

Tertemiz sâhifeler, 1. Çeşitli ve farklı Kur’an sâhifeleri, 2. Meleklerin Levh-i Mahfuz’a yazdıkları sâhifeler, 3. Meleklerin Levh-i Mahfuzdan istinsah edip peygamberlere getirdikleri sahifeler, 4. Vahiy kâtiplerinin yazdıkları sahifeler, 5. Kur’an’ın yazılı bulunduğu bütün yazı malzemeleridir.

Değerli ve saygın tertemiz yazıcılar hakkında üç farklı görüş bulunmaktadır. Bunlar: 1. Vahyi yazan kâtipler, 2. Kurrâ, 3. Elçi Melekler... Melekler hakkında da iki görüş vardır: Birincisi, Kalem sûresinde işâret olunduğu üzere, var olacak her şeyi Levh-i Mahfuza yazanlar, ikincisi ise Levh-i Mahfuz’dan vahyi istinsah edip peygamberlere getiren elçilerdir.

Taberî, bu farklı görüşlerden bir kısmını naklettikten sonra, âyette geçen sefera ve suhuf hakkında ileri sürülen görüşlerin en doğrusu, Allah ile elçiler arasında gidip gelen ve vahiy getiren melekler ve onların yazdıkları sâhifelerdir, demiştir.[122] Zemahşerî de, suhuf’dan maksat, Levh’den /Levh-i Mahfuz’dan istinsah edilen, Allah Tealâ katında mükerrem, semaya yükseltilmiş veya kadri yüce olup levh’den meleklerin elleriyle yazılmakla şeytanların dokunmasından uzak ve temiz tutulmuş olan sahifelerdir, demiş ve diğer görüşleri ‘kıyl’ sözcüğüyle sıralamıştır.[123] Fahruddin Razî, Kurtubî,[124] İbn Kesir[125] ve daha bir çok müfessir de, âyetteki farklı görüşleri ve çıkarılabilecek mânâ ları tespitten sonra, Taberî ve Zemahşerî’nin tercih ettiği görüşü benimsemiş ve “Şüphesiz o kerîm bir kur’andır; bir kitapta korunmuştur; ona ancak, temiz olanlar dokunabilir”[126] âyetiyle de bu görüşü desteklemişlerdir.[127]

Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, tahkik ehli müfessirlerimizden bir kısmının kanaatine göre sefera, yani yazıcı meleklerden maksat, Allah ile kulları arasında elçilik vazifesi gören melekler; suhuf’tan maksat ise, bu elçilerin yazdıkları korunmuş temiz sahifelerdir. Cebrail de bu elçilerden olup Kur’an pasajlarını, Allah’ın izni ve irâdesi dahilinde ve doğrudan Allah’dan veya Levh-i Mahfuz’dan ezber yoluyla[128] almış ve Hz. Muhammed’e söz hâlinde okuyarak inzal etmiştir.

Kelamullah’ın Hz. Peygambere Vahyi /İndirilmesi Keyfiyeti

Arap dilinde işâret, kitâbet, risâlet, teshîr, ilham, konuşma /kelâm, fısıldamak ve bir mânâyı gizli ve sürâtli bir biçimde kalbe /zihne ilka etmek... gibi anlamlara gelen[129] vahiy, terim olarak da: “Bir mânâyı herhangi bir varlığa gizli ve sür’atli bir biçimde iletmek demektir.”[130] Rağıb’a göre vahiy, “Allah’ın, peygamberlerine ve velî kullarına ilka ettiği İlâhî bir sözdür.”[131] Zerkanî vahyi şöyle târif etmiştir: “Allah Teâlâ’nın kullarına bildirmek istediği hidâyet ve buyruklarını, onların arasından seçtiği peygamberlerine insanların alışık olmadığı gizli ve sür’atli bir yolla bildirmesidir.[132]

Bu târiflerden anlaşılıyor ki vahiy, Allah ile kulları; özellikle insanlar arasından seçtiği peygamberleri arasında  gizli ve süratli bir biçimde gerçekleşen bir iletişim olayıdır. Allah, tebliğ maksadıyla insanlara bildirmek istediği şeyleri /kelâmullahı peygamberlerin kalplerine koyar. Vahiyde asıl olan, vaki olan iletişimin, bir üçüncü şahsın fark edemeyeceği tarzda gizlilik ve sür’atliliktir. [133]

Vahiy, Allah’ın Beşer İle Konuşma Çeşitlerindendir

Vahiy olgusu, genelde yaratanla yaratılanlar arasındaki iletişimi sağlayan ve süreklilik arz eden bir vasıta,[134] özel olarak ise, Allah’ın seçkin ve erdemli kullarına tenezzül buyurup, sözlü ya da sözsüz olarak konuşmasıdır.  Her vahiy, mutlaka vahyeden, vahyi alan ve vahiyden oluşur. Vayeden Allah ile vahyi alan beşer arasında vahyin /konuşmanın gerçekleşebilmesi için iki taraf arasında, birbirine eşit, ortak yön ya da yönlerin bulunması şarttır. Oysaki Allah ile insan arasında böyle sözlü bir iletişimin gerçekleşmesini mümkün kılacak hiçbir eşitlik ve denklik söz konusu değildir. Zira Allah, “Yaratılmışlardan hiç birisine benzemez.”[135] O, ezelî ve ebedî, her şeyin yaratıcısı /vâcibi’l-vücûd olup hakikati itibariyle “lâ teşbih velâ temsil”dir. İnsan ise, O’nun var ettiği, zaman ve mekân içerisinde hayat verdiği, her açıdan sınırlı ve Yüce Rabb’ine muhtaç bir beşerdir. Buna rağmen Allah’ın, beşer ile, özellikle de peygamber olarak görevlendirdiği insanların en seçkinleriyle vasıtalı ya da vasıtasız olarak konuştuğu da bir gerçektir.[136] Şu âyetler de, Allah’ın beşer ile konuşma âdetini /sünnet ve yöntemlerini açıkça ifâde etmektedirler:

“Allah’ın bir beşer ile konuşması ancak, ya vahiy iledir ya perde arkasından (konuşmakla) ya da bir elçi gönderip dilediği şeyleri, izni ile onun vahy etmesiyledir. Muhakkak ki O, en yücedir, her şeyi yerli yerince yapar. Biz, aynı şekilde sana da ‘emr’imizden bir ruh vahyettik; sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Sonra Biz onu, kullarımızdan dilediğimiz kimseyi, kendisiyle doğru yola ilettiğimiz bir nur /ışık yaptık. Kuşkusuz sen de doğru yola; göklerde ve yerdekilerin sahibi Allah’ın yolu olan sırat-ı müstakime iletirsin. Bilesiniz ki bütün işler sonunda Allah’a döner.”[137]

Bu âyete göre Allah, bir beşer ile üç farklı yöntemle konuşmaktadır: Vahiy, kelâm ve elçi gönderme... Allah’ın konuştuğu kimselerden söz edildiğine göre, bu âyetteki beşer’den maksat insan olmalıdır. İnsan denildiğinde akla, bütün insanlar gelebileceği gibi, insanlar içerisinden velîler, özellikle de seçilmiş olan peygamberler de gelebilir. Eğer burada, insandan maksat peygamberler ise, - ki, müfessirlerin çoğunun kanaati bu doğrultudadır - âyetteki vahiy tabiri, Allah’ın, istediği mânâyı, doğrudan peygamberin kalbine ilka /ilham etmesi anlamına gelir. Perde arkasından ifâdesi, Allah’ın, görünmeden peygambere kavminin konuştuğu dil ve anlayacağı bir lisan ile konuşmasıdır. Elçi göndermesi ise, dilediği şeyleri, izni ve seçtiği bir elçi vasıtasıyla peygamberlerine, yine sözlü olarak iletmesi demektir. Burada Hz. Muhammed’e hitapla: “Aynı şekilde sana da...” denildiğine göre, Allah, ona da emrinden bir ruh vahyetmiş ve onunla da diğer peygamberlerle konuştuğu gibi konuşmuş olabilir.[138]

Allah Teâlâ’nın, Hz. Muhammed’e Kur’an’ı indirirken bu üç yöntemi de kullanıp-kullanmadığı kesin olarak bilinmemektedir. Ancak bazı Batı’lı müsteşrikler, “Peygamber’e önce vahyin doğrudan Allah’tan geldiğini /ilham ve sonradan vahiy Elçisinin aracı olduğunu iddia etmişlerdir.[139] İslâm ilim adamlarından bir kesimi ise, “Kur’an’ın tümü, ilk önce semavâtın en alt tabakasına indirilmiş, sonra da ihtiyaç hasıl oldukça, o ihtiyaca cevap verecek sözlere dönüşmüş” olduğu kanaatindedirler. Bu kanaatte olanların bir kısmına göre semaların en alt tabakasından maksat, beytü’l-izze adı verilen yerdir(?); İmam Gazalî, Şah Veliyyullah Dehlevî ve Fazlur Rahmân’a göre ise, “semavâtın en alt tabakası Peygamber’in kalbidir.[140] Allah Kur’an’ı, arada hiçbir vasıta olmaksızın doğrudan Peygamberin kalbine indirmiştir. Mesela İmam Gazalî, el-Me’arifu’l-İlâhiyye adlı risâlesinin ”Allah’a Nispet Edilen Yazı ve O’nun Yazma Halleri” bahsinde şöyle demiştir: “İkinci mertebe, hikmetin latifelerini ve kelimenin anlamlarını peygamberlerin kalplerine vahiyle, evliyanın kalplerine ilhamla bırakmasıdır. Onlar da anlatma ve öğretmeyle olur...”[141] Bu anlayışa göre Kur’an Peygamber’in kalbine, arada vasıta olmaksızın doğrudan ve salt mânâ  olarak indirilmiş; Hz. Peygamber de onu Arapça olarak ifâde etmiştir...[142] O nedenle “Kur’an’daki harfler, Allah’ı tenzih amacıyla Allah’a nispet edilmez. Kur’an’daki harflerin, şârî’nin (as) nefsinden doğduklarından, onun değerli ve temiz lafzına girdiklerinden ve peygamberin her şeyinin Hayy, Kayyum ve Kadîm olan Allah’ın nuruyla aydınlanmış olduğundan kuşku duymayız...”[143] Bu anlayış sahiplerinden bazısına göre Cebrail’in haricî bir varlığı yoktur, belki de Peygamber’in kalbine inen Ruh odur.[144]

Bu gibi farklı görüşlere rağmen ilim adamlarından çoğunluğun kanaati, Kur’an’ın tamamının, doğrudan değil, Cebrail aracılığıyla Hz. Muhammed’in kalbine inzal edildiği yönündedir. Bizce, ilgili âyetlerin[145] bu mânâ ya delâleti daha açıktır. Hz. Muhammed’e Kur’an’nı inzal eden bu Elçi, Mekkî sûrelerde Ruh,[146] Medenî sûrelerde ise Cibrîl olarak[147] isimlendirilmiştir. Diğer bütün elçiler gibi, Cebrail de elçidir ve müstakil hareket etme yetkisine sahip değildir; Hz. Muhammed’e inzal ettiği her pasajı, mutlaka Allah’ın izni, irâdesi ve bilgisi dâhilinde vahyetmiştir: “Allah sana indirdiğine şâhittir. Çünkü (Cibril) onu, Allah’ın bilgisi dâhilinde indirmiştir; melekler de buna şâhittirler;[148] hepsi bir yana, Allah’ın şâhit olması sana kâfidir.”[149]

Hz. Peygamber’e Kur’an’ın İnzal Keyfiyeti ve Muhtevası

Kur’an’ın, Cebrail vasıtasıyla Hz. Muhammed’e pasajlar hâlinde ve söz olarak inzal edildiği anlaşılmıştır. Fakat pasajların, başka bir ifâde ile Levh-i mahfuz’daki soyut  Kelamullah’ın Arap dili ile söze çevrilip Hz. Peygamber’e indirilişinin de, âyetlerin verdiği imkân ölçüsünce açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. Bu konu, kısmen de olsa açıklığa kavuştuğu takdirde, Kur’an hakkında ortaya atılan bir kısım vehimleri ve onlara dayalı soruları da ortadan kaldıracak gibi görünmektedir. Kanaatimizce, aşağıda mânâ yönünden analizini yapacağımız şu âyetler, bu hususta bize ışık tutmaktadırlar:

Birinci Âyet

. ثُمَّ إِنَّ عَلَيْنَا بَيَانَهُ. فَإِذَا قَرَأْنَاهُ فَاتَّبِعْ قُرْآنَه ُ.  لَا تُحَرِّكْ بِهِ لِسَانَكَ لِتَعْجَلَ بِهِ . إِنَّ عَلَيْنَا جَمْعَهُ وَقُرْآنَهُ “Onun için acelenden dolayı dilini oynatma! Kuşkusuz onu cem etmek, ve oku(t)mak[150] bizim görevimizdir; biz onu sona okuduğumuzda, sen onun okunuşunu takip et! Sonra onu sana beyan etmek de bize âittir.”[151]

Bu âyetlerin nüzul sebebi hakkında, biri İbn Abbas’dan diğeri Sa’îd İbn Cübeyr’den gelen, birbirine yakın iki görüş nakledilmiştir. Pek çok müfessirin de iştirak ettiği birinci görüşe göre, Cebrail, Allah’ın âyetlerini, vahiy hâlinde kendisine okurken Muhammed (sav), hocasının ağzından kelimeler henüz çıkmadan, onu çabucak almaya çalışan gayretli ve zeki bir öğrenci gibi, onunla birlikte okumaya çalışıyordu. Allah, Elçisini böyle yapmaktan menetti…

Sâ’îd İbn Cübeyr’den gelen rivâyete göre, Rasulüllah (sav), vahiy hâli geçtikten sonra kendisine indirilen âyetleri hatırında tutmak ve unutmamak için sürekli olarak dilini ve dudaklarını oynatarak tekrarlıyordu. Allah Teâlâ, onun bu endişesini ve çekmekte olduğu sıkıntıyı yok etmek için: “Onu sana Biz ezberlettireceğiz ve unutturmayacağız” dedi ve Elçisini okuma ve ezberleme çabasından men etti.[152]

Birinci rivâyete göre, Hz. Peygamber vahiy hâlinde iken; ikincisine göre ise, vahiy hali geçtikten sonra inzal edilen âyetleri unutmamak için dilini oynatıyordu. Birinci rivâyet, bize göre de daha isâbetlidir. Çünkü, kendi bütünlüğü ve mantık dokusu içerisinde dikkatle okunduğunda söz konusu âyetlerin bu görüşü desteklediği görülmektedir. Aynı konuda ve tekrar mahiyetinde indirilen şu âyetin de İbn Abbas’ın görüşünü desteklediği söylenebilir:

İkinci Âyet

وَلَا تَعْجَلْ بِالْقُرْآنِ مِن قَبْلِ أَن يُقْضَى إِلَيْكَ وَحْيُهُ وَقُل رَّبِّ زِدْنِي عِلْمًا “Sana vahyi tamamlanmadan önce Kur’an’ı okumakta acele etme; ‘Rabb’im, ilmimi artır,’ diye duâ et!”[153]

Yüce Allah, Hz. Peygamber’i risâletle /bi’set görevlendirmesinin, henüz ilk yıllarında indirdiği şu âyetiyle, Elçisi’nin ‘okunanları unuturum’ endişesini de izâle etmiş ve kendisini rahatlatmıştı:

Üçüncü Âyet

يَخْفَى سَنُقْرِؤُكَ فَلَا تَنسَى إِلَّا مَا شَاء اللَّهُ إِنَّهُ يَعْلَمُ الْجَهْرَ وَمَا “Biz, sana Kur’an’ı okutacağız, Allah’ın dilemesi hâriç, sen de asla unutmayacaksın.”[154] Bu da Allah’ın, hem vahyin inzâli esnasında hem de yaklaşık yirmi üç yıl süren tenzil süresince, kendisi dilemediği sürece hiçbir âyeti unutmayacağı konusunda Elçisine, çok önceden verilmiş bir garantisidir. Zâten Rasulüllah (sav), bir vahiy hâlinden bahsederken demiştir ki: “Cebrail bana okuttu, ben de okudum; o hâl benden gittikten sonra, sanki ayetler benim kalbime yazılmış gibi duruyordu…”[155]

Şu dördüncü âyet de Kur’an’ın, Hz. Muhammed’in kalbine doğrudan değil de, bir vasıta ile ve er-Ruhu’l-Emîn olarak vasfedilen Cebrail vasıtasıyla ve apaçık Arap lisanı ile inzal edildiğinin açık delilidir:

Dördüncü Âyet

وَإِنَّهُ لَتَنزِيلُ رَبِّ الْعَالَمِينَ  نَزَلَ بِهِ الرُّوحُ الْأَمِينُ عَلَى قَلْبِكَ لِتَكُونَ مِنَ الْمُنذِرِينَ  بِلِسَانٍ عَرَبِيٍّ مُّبِينٍ   “Kuşkusuz bu, elbette âlemlerin Rabb’inin indirmesidir; uyarıcılardan olasın diye onu senin kalbine el-Ruhu’l-Emîn (Cibril) apaçık Arap Dili  ile indirmiştir.[156]

Şâyet bu birinci ve ikinci âyetlerde büyük çoğunluğun düşündüğü gibi, vahiy esnasında Hz. Peygamber’in ‘unuturum ve anlayamam’ endişesinden kaynaklanan aceleciliğinden söz ediliyorsa[157], ki doğrusu budur, bu âyetler, zihnimizde şöyle bir manzarayı da canlandırmaktadır: Vahiy hâlinde Cibril, Levh-i Mahfuz’dan getirdiği pasajları Allah’ın Elçisine somut kelimeler hâlinde okurken, onları dinlemesi gereken Rasulüllah (sav), aceleciliğinden dolayı işittiklerini okuma çabası içerisindedir. Ortaya çıkan ârızî durum sebebiyle, söz kesilip Rasulüllah (sav) uyarılmış, sonra da konu, kesildiği yerden başlayıp pasajın diğer âyetlerinin okunması devam ettirilmiştir. Cibril’in, vahye müdahale etmeme ilkesinden hareketle, bu uyarı cümlelerinin de Allah’ın kelâmı olduğu ve Levh-i Mahfuz’dan nakledildiği kanaati bizde hâkimdir. Demek ki, görülen lüzum üzerine yapılan bu uyarı, biri Kıyâme, diğeri Tahâ sûresinde olmak üzere vahiy sürecinde iki defa tekrarlanmıştır...

Ayetlerin Cümle Cümle  Anlam Dokusu

 “Onun için acelenden dolayı dilini oynatma!...”

“...Onun için...” cümlesindeki zamir, Kur’an’a, başka bir ifade ile o anda Cebrail’in vahy etmekte olduğu pasaja râcidir. Bunu, metnin kendisinden anlamak mümkün olduğu gibi, Tâhâ sûresindeki “Vahyi sana tamamlanmadan önce okumakta acele etme; ‘Rabb’im, ilmimi artır,’ diye du’â et!”[158] âyetinden anlamak da mümkündür. Zâten İbn Abbas’dan gelen rivâyette bu anlayışı doğrulamaktadır.

“...Acelenden dolayı...” Vahiy hâlinde Hz. Peygamber’in bir acelecilik içerisinde olduğu her iki âyette de açıktır. Fakat onun, tilâvette acele etmesinin sebebi ise, pek o kadar açık değildir. Taberî, İbn Kesir ve daha bir çok müfessir demiştir ki, Rasulüllah’ın gayreti, kendisine okunanları ânında ezberlemek ve tilâvet etmek olduğuna göre, vahiy esnasında ezberleyemediği takdirde, vahiy tamamlandıktan sonra indirilen âyetleri okuyamam ve kast edilen mânâyı tam olarak anlayamam endişesini taşımaktaydı.[159] İşte bu endişe, onu vahiy hâlinde böyle bir çaba içerisine sokmuştur...

Bütün hâlinde bu âyetler, müşriklerin Hz. Peygamber hakkındaki bir yakıştırmalarını da çürütmektedir. Çünkü onlar, ‘vahiy hâli’nde[160] Hz. Peygamber’in dış görünümüne bakarak onun bir cinin etkisi altına girdiğini, bugünkü Tıb diliyle epilepsi /sâra hastalığına yakalandığını söylüyorlardı. O nedenle de ona mecnun diye iftira ediyorlardı. “Oysaki o, Rabb’i’nin nîmeti sâyesinde mecnun (falan) değildi”[161]; “Ne aklını kaybetmiş ne de sapıtmış idi!...”[162] Acelecilik içerisinde olup kendisine okunanları Cibril ile birlikte dikkatle okuma çabası içerisinde olduğunu söyleyen bu âyetler de vahiy halinde onun, aklının, şuurunun ve zihinsel faaliyetlerinin yerinde ve son derece sağlıklı olduğunun diğer bir kanıtıdır!...

“...Kuşkusuz onu cem’ etmek, ve oku(t)mak bizim görevimizdir...”

Allah Teâla bu âyetinde şöyle buyuruyor: Ya Muhammed! Sen, vahiy hâli geçtikten sonra ezberleyemem, okuyamam ve anlayamam diye endişe etme! Muhakkak ki, sana okunmakta olan o âyetleri, senin kalbinde /belleğinde cem etmek ve dilinde tilâvet ettirmek[163] bizim görevimizdir; vahyin sahibi biziz; seni, insanlara neyi tebliğ etmekle yükümlü kılmışsak, onları sana vermek bize âittir. Bu durumda senin, zihinsel bir çaba içerisine girmen gerekmez. Zira sana okunmakta olan âyetler, vahiy hâlinde eşzamanlı olarak sana ezberletilecek, mânâsı kavrattırılacak; sen de o hâl bitince, onları tam ve özgün bir gerçek /Hakk olarak kalbine /zihnine nakşedilmiş olarak bulacaksın. Daha sonra da, hiç zorlanmadan onları okuyacak ve insanlara tebliğ edeceksin...

Bu görünüm karşısında denilebilir ki, vahiy hâlinde Rasulüllah (sav), – teşbihte hata olmasın – sanki kurulu bir teyp gibidir; Cebrail’in okumakta, kendisinin de büyük bir dikkatle dinlemekte olduğu âyetler, eşzamanlı olarak onun belleğine yüklenmektedir. Bu demektir ki, Hz. Peygamber, kendisine okunmakta olanlara dikkatle yoğunlaşmış, algılama ve anlama çabasına girmiş olmasına rağmen, vahiy onun beşerî algılama ve anlama kapasitesine bırakılmamış, bizzat Allah tarafından kalbine /zihnine indirilmiştir.[164]

“...Biz onu sona okuduğumuzda, sen onun okunuşunu takip et!...”

“O değerli bir Elçi’nin sözüdür” ve “...onu senin kalbine apaçık Arap Dili ile el-Ruhu’l-Emîn (Cibril) indirmiştir” denildiğine göre Kur’an’ı Hz. Muhammed’e Arap Dili ile okuyan Cebrail’dir. Ayetler açısından gerçek budur. Fakat Cebrail’in okuması, aynı zamanda Allah’ın okuması olmalıdır ki, Allah aynı âyette, “Biz onu sona okuduğumuzda” ifâdesini kullanmıştır. Hadd-i zâtında bütün elçiler gönderen adına konuşurlar; mesaj da, tamamen gönderene âittir. Her elçi, kendisinin bir vasıta olduğunun bilincindedir... er-Ruhu’l-Emîn ve Rasulün Emin olarak nitelendirilen Cebrail de öyledir!... Bu da gösteriyor ki, Cebrail, Hz. Peygamber’e inzal ettiği her pasajı, Allah adına, O’nun izni, irâdesi ve bilgisi dâhilinde okumaktadır. Hz. Peygamber de kendisi adına ve kendi arzusuna göre konuşmamaktadır; onun tebliğ ettikleri de Allah’ın, kendisine vahyettikleridir.[165] Dolayısıyla vahyin sahibi Yüce Allah’dır...

Âyetteki “okuduğumuz” ve “okunuşu” tâbirleri, vahyeden açısından her bir pasajın inzali esnasında iki yönlü bir etkinliğin mevcudiyetini gösterir; Cebrail’in âyetleri okuması ve âyetlerin okunuş biçimi... Aynı zamanda burada, okunanların zihinsel bir ses eşliğinde mesajları taşıyan kelimelere, ifâde kalıplarına döküldüğüne işâret vardır... Yukarıda da değinildiği üzere, âyette, tek yönlü bir aktiviteden söz edilmektedir. Zira bu vahiy olayında vahyeden Allah aktif, vahyi alan Peygamber ise büyük oranda pasif durumdadır; dolayısıyla vahyin sahibi, bu iletişimin gerçekleşebilmesi için iki tarafın etkinliğini de üstlenmiş vaziyettedir. Bu durumda Hz. Peygamber’in vahiy hâlindeki işinin, algılama, anlama ve okuma gibi beşerî faaliyetleri terk etmek ve sâdece kendisine okunanları ve okunuşu, sükûnetle takip etmek olduğu anlaşılmaktadır...

Biliniyor ki, takip etmek ya göz ile ya da kulak ile mümkündür. Göz ile takip edebilmek için elde, o okunan sözlerin bir nüshasının bulunması şarttır. Kulak ile takip edebilmek için de sese ihtiyaç vardır... Aksi halde takip etmenin fiziksel açıdan bir başka çeşidi mümkün değildir. Vahyin inzali esnasında Rasulüllah’ın önünde, gözüyle takip edeceği yazılı bir metin olmadığına göre, onun, kendisine okunmakta olan âyetleri gözüyle takip etmesi ihtimali bulunmamaktadır... Geriye bir ihtimâl kalmaktadır ki, o da Rasûlullah’ın, kendisine okunanları kulağıyla tâkip edip dinlemesidir. Bunun için de vahyeden ile vahyi alan arasında, üçüncü bir beşerin dinleyemeyeceği gizli ve sürâtli bir sesin bulunmasına ihtiyaç vardır... Nitekim bu düşünce, vahiy kelimesinin lügat mânâları açısından imkânsız gözükmemektedir.[166] Fazlur Rahmân da, Cibril ile Hz. Peygamber arasında fiziksel bir ses değil, tamamen zihnî manevî /mental bir sesin bulunduğu görüşünde olan ilim adamlarındandır.[167]  Belki de Rasulüllah’ın (sav): “Bazen de bana vahiy, zil sesine benzer  bir ses hâlinde gelir, - ki, bana en ağır geleni bu idi – bana okunanları anlamış olduğum hâlde o ses benden ayrılırdı,”[168] hadisi buna işâret etmektedir...

“...Sonra, onu sana beyân etmek de bize âittir.”

Beyan, bildirmek, söylemek, açıklamak; kapalı ya da anlaşılması güç olan bir manâyı açıklamak ve izah etmek demektir. İbn Kesir’in de belirttiği gibi buradaki beyân’dan maksat, pasajda murat edilen manâlar, konulan yasa ve kuralların izahı; pratiği olan emir ve yasakların uygulama biçimi ile birlikte, mânâ  yönünden âyetlerdeki incelik ve hükümleridir. Sözgelimi Peygamber’in ilk defa işittiği kavramlar, bir kısım terimsel anlamlar, beş vakit namazın rekâtları, ikame biçimi, zekâtın hangi çeşit maldan ve ne ölçüde verileceği, insanlar arasında muhakemenin usûlü gibi... Demek ki, bu gibi açıklamalar doğrudan doğruya vahiy esnasında ve vahyin mânâ  kapsamı dahilinde Rasulüllah’a beyan adıyla verilmiştir. Nitekim o, bir hadisinde: “...Bilesiniz ki bana Kur’an, bir de onun misli verilmiştir...” buyurmuştur.

Artık denilebilir ki Kur’an, Allah’ın izni ve irâdesi dâhilinde ve yaklaşık yirmi üç yılda Hz. Muhammed’i kaplayan vahiy hallerinde, Cibril tarafından pasajlar halinde gizli ve sür’atli mental bir ses eşliğinde söz olarak okunmuş, Rasulüllah (sav) dinlemiş ve aynı zamanda âyetler, “Apaçık Arap dili ile” /lafız, mânâ  ve beyan olarak Peygamber’in kalbine[169] inzal edilmiştir... Kur’an’ı Hz. Muhammed almamış, ona verilmiştir; o ezberlememiş, ona ezberlettirilmiştir; o, kendi zihnî kapasitesi ve algı gücüyle anlamamış, ona anlattırılmıştır; dilin, hakikat, mecaz, kinaye gibi bütün söylem çeşitleri ve tatlı dil-azar, sert-yumuşak, vurgulu-vurgusuz... ifâde biçimleri, Peygamber’e âit değil, ona indirilendir... izâhlar Peygamberden değil, vahyin pasaj bütünlüğü içerisinde ve lafza âit mânâ  kapsamındandır. O (sav), vahiy hali geçtikten sonra inzal edilen âyetleri okuyan değil, okutturulandır; vahyi kalbinde /hafızasında koruyan değil, vahiy kalbinde korunandır. Muhammed (sav), bir beşerdir, unutabilir ama, söz konusu Kelamullah olunca, Allah dilemediği sürece onun, beşer vasfı sebebiyle ondan bir harfi dahi unutması ya da düşürmesi mümkün değildir: ”Sana biz okutturacağız; Allah dilemediği sürece sen de unutmayacaksın”; “Rabb’inin Kitabından sana vahyedilenleri oku. O’nun kelimelerini değiştirebilecek hiç kimse yoktur. O’ndan başka bir sığınak da bulamazsın...”[170] Sözün özü, Hz. Muhammed (sav) mükemmel bir Elçidir. O, Cebrail’in Rabb’inden özgün bir gerçek olarak getirip kendisine hakk olarak neyi okumuşsa, o da özgün bir gerçek olarak kendisine yüklenenleri, vahiy hâli geçtikten sonra getirip insanlara okuyarak /okutturularak tebliğ etmiştir. Aynen şu âyetlerde söylendiği gibi: “Hiç şüphe yok ki o /Kur’an, âlemlerin Rabb’inin indirmesidir; uyarıcılardan olman için onu senin kalbine apaçık Arap lisanı ile Güvenilir Ruh /Cibril indirdi.”[171]; “De ki: ‘Onu Ruhu’l-Kudüs, Rabb’inden bir gerçek olarak indirdi...”[172] “Biz onu hakk (aslî hüviyeti) ile indirdik o da hakk olarak (aslî hüviyetini koruyarak) inmiştir”[173]

Vahyin Hz. Muhammed’in Kalbinde ve Sahifelerdeki Tanzimi

İslâm ilim adamlarının ittifak ettikleri kanaate göre, âyetlerin başka bir ifâdeyle inzal edilen her pasajın, sûreler içerisindeki tanzimi tevkıfîdir; Hz. Peygamber, Cibril’den aldığı bilgiye göre, hangi pasajın nereye konulacağını vahiy katiplerine işâret etti, onlar da onu, Rasulüllah’ın belirttiği yere koydular. Fakat, sûrelerin Mushaf içerisindeki tanzimi hakkında ihtilaf vardır; çoğunluğun kanaatine göre sûreler Kur’an içerisinde sahabîlerin /cem heyeti ictihâdî kararına göre olmuştur.[174]

Abdullah Dıraz, Kur’an, Hz. Peygamber’in kalbine pasajlar hâlinde inzal edilirken indirilen her pasajın, (terimsel anlamdaki) sûre bütünlüğü içerisindeki yerlerine tanzimi hakkında - özet olarak – şöyle demiştir: “Akla saçma gibi gelse ve ilk plânda bundan hemen sarf-ı nazar etmiş olsak da, elimizdeki sahih haberler ve yararlandığımız kaynaklara göre bize öyle geliyor ki, Kur’an vahyinin Hz. Peygamber’in kalbine indirilmesinden çok evvel, hem sûreler hem de Kur’an’ın bütünü için anlaşılması güç bir plân tasarlanmış olmalıdır. İster uzun olsun ister kısa, her Kur’an âyeti, nâzil edilir edilmez, henüz tamamlanmamış olan sûreler arasında kendisine tahsis edilmiş olan yere, çoğu kere nüzul sırasına bakılmaksızın yerleştirilmiş ve bu yerleştirme işinden sonra da artık herhangi bir değişiklik ve nakle maruz kalmadan devamlı olarak bulunduğu yeri aynen muhafaza etmiştir. Bu, âdeta târihî bir binanın, yıkılmadan önce numaralanıp işâretlenmiş olan parçalarının, başka bir yerde, eski şeklini aynen muhafaza edecek şekilde tekrar inşa edilmesi gibi bir şeydir. Şâyet bir eserin dolu ve boş gözleri İlahî plânda tek bir bütün teşkil etmemiş olsaydı, bir çok sûrede aynı anda yürütülen bu âni ve sistematik yerleştirme işini, başka türlü izah etmek nasıl mümkün olabilirdi?![175]

Biz, Dıraz’ın bu açıklamasını, daha önce Levh-i Mahfuz hakkındaki açıklamalarımız açısından isâbetli buluyor ve Levh-i Mahfuz’daki Kur’an’ın, Hz. Peygamber’in kalbine /zihnine, oradan da yazı malzemeleri üzerine intikalini, çocukların oyuncaklarından puzzele, diğer adıyla ‘yap-boz bilmecesi’ne benzetiyoruz. Şöyle ki, bir bütün hâlinde tam bir manzara oluşturan puzzele, geometrik şekiller hâlinde kesilip bozulduktan sonra, her parça, kendi yerine konularak yeniden tamamlandığı gibi, yaklaşık yirmi üç yılda indirilecek pasajlardan her birisi de, Mekke’de, 610 yılında bi’setin ilk gününde Hz. Muhammed’e inzal edilen Alâk sûresinin ilk beş âyetinden başlayıp Medine’de 632 yılında en son indirilen Nasr Sûresine varıncaya kadar, tamamı, bir bütün hâlinde Levh-i Mahfuz’da soyut halde bulunmaktadır. Oradan alınan her pasaj, simetrik olarak önce Hz. Peygamber’in kalbindeki yerine, tıpkı Kur’an hafızlarının ezberledikleri gibi, metin olarak; oradan da, Rasulüllah’ın tâlimatıyla vahiy kâtiplerinin yazdıkları sâhifelere intikal ettirilmiştir... Böylece, en az iki ve daha fazla pasaj hâlinde inzal edilen sûrelerin içerikleri, zamanla tamamlanıp Levh-i Mahfuz’daki dizilişlerine mutabık /muvafık /tevkıfî olarak sûreler içerisinde tanzim edilmişlerdir.

Bize göre, böyle bir Kur’an tasavvuru, sonraki ilim adamları /Halef /Müteahhirun tarafından içeriği, Kur’an’da kast edilenden farklı bir biçimde yeniden doldurulup tartışılan nesh anlayışı ile değil, Kur’an’ın, kendi özgün bir gerçek olan nesh anlayışı ile sorun teşkil etmeyeceği[176] gibi, İslâm’ın kader anlayışına da aykırı değildir. Zira her mükellef, ne yapıyorsa kendi özgür irâdesi ve tercihi ile yapmaktadır; hiç kimse Levh-i Mahfuz’daki yazgısına bakıp da iş yapmamaktadır ve yazgısının etkisi altında bulunduğu bahanesine de sığınamaz!... Cenab-ı Allah’ın, ilm-i ezelîsi ile kimin nerede, ne zaman ve nasıl davranacağını bilerek her şeyi Levh-i Mahfuz’a yazmış olması da, zannedildiği gibi “Metinle kültürel olgu arasındaki diyalektiğin göz ardı edilmesi”[177] anlamına gelmeyeceği gibi, henüz yaratılmadan önce “...âyetlerin nüzulüne sebep teşkil eden şahıs ve olaylar, daha ortada yok iken bunlardan söz eden Kur’an’ın Levh-i Mahfuz’da bulunması”nın izahı[178] da güç değildir. Yukarıda açıklamıştık, - teşbihte hata olmasın - Levh-i Mahfuz, evrenin soyut bir projesidir. Orada, başlangıçtan itibâren var olacak bütün eşyayı; özellikle de nass-olgu ilişkisini Allah, insanların tarihî, kültürel ve sosyal davranış biçimlerini, her şeyi kuşatan ezelî ilmi ile önceden bilerek ve emir olarak değil, tavsifî bir tespit olarak yazmış; onlar da vakti, saati geldikçe, Ezelî olan ilm-i İlahî ve takdire muvafık olarak yaratılmış ve yaratılmaktadır. Bu projenin insanların ihtiyaçlarıyla ilgili kısmı da, yine onlardan kaynaklanan ihtiyaçlara cevap olarak düzenlenmiştir...

 “Sakın ha, şüphe edenlerden olma! Rabb’inin sözleri, doğruluk ve adâlet bakımından tamdır; artık O’nun sözlerini değiştirebilecek hiç kimse yoktur. O her şeyi işitir, her şeyi bilir.“[179]

SONUÇ

Kur’an Allah Kelamıdır. Arş’tan Arz’a sarkıtılmış ve tutunan eli, asla boşta bırakmayan habl-i metin’dir. O, İslâmî literatürde Levh-i Mahfuz olarak adlandırılan soyut evrenin bir parçasıdır; hem Ana Kitap’ta hem ondan indirilirken hem de indirildikten sonra Yüce Allah’ın koruması altındadır. Ona kötü niyetli bir yaratığın yaklaşması, asla mümkün değildir…

Kur’an, Allah’ın irâdesi ile Cebrail tarafından Levhn-i Mahfuz’dan alınarak Hz. Muhmmed’e pasajlar hâlinde okunmak sûretiyle inzal edilmiştir. Hz. Muhammed, vahiy hâlinde Cebrail’in kendisine okuduğu âyetlere bilinç hâlinde ve dikkatli bir biçimde kulak verip dinlemiştir. O, kendisine okunan âyetleri dinlerken, kendi zihinsel kabiliyet ve faaliyetleriyle onları ezberleme, okuma ve anlama çabası içerisine girmişse de âyetlerin ezberlenmesi, okutulması ve anlaşılması onun beşerî kabiliyetlerine bırakılmamış; tamamen Allah tarafından ezberletilmiş, okutulmuş ve anlaması sağlanmıştır.

Kur’an, Rasulüllah’ın (sav) kalbine, hem lafız hem mânâ hem de beyan olarak indirilmiştir. İnzal edilen her pasaj, her âyet, teker teker her kelime ve terkip, murat edilen hakikî, mecazî, kinaî, temsilî... mânâ ya da mânâlara göre Allah tarafından seçilip oluşturulmuş, vahiy hâlinde mânâsı tam olarak kavrattırılmış; izaha muhtaç olanlar ve uygulama biçimleri eşzamanlı olarak açıklanmış; o hâl geçtikten sonra da okunması da vhaiy sahibinin izni ve irâdesi ile gerçekleştirilmiştir. Allah’ın dileyip Elçisine bir kısım âyetleri veya pasajları unutturup-unutturmadığını kesin olarak söylemek mümkün değildir; fakat emin olunabilecek tek husus, Hz. Peygamber, beşer vasfı sebebiyle, kesinlikle Kur’an’dan bir âyeti dahi unutmamıştır.

Pasajlar hâlinde inzal edilen Kur’an’ın nüzulü yaklaşık yirmi üç yılda tamamlanmıştır. Cebrail’in, arz ve talep yöntemi ile inzal ettiği her pasaj, Allah tarafından Levh-i Mahfuz’da kayıtlı bulunduğu plâna uygun olarak Peygamber’in kalbine yerleştirilmiş; Hz. Peygamber de kalbine nakşedilen o pasajı vahiy hâli geçtikten sonra hafızasındaki yere uygun olarak vahiy kâtiplerinin sahifelerine işâret edip yazdırmıştır. Böylece her biri farklı zamanlarda indirilen pasajlar, Levh-i Mahfuz’daki dizilişine göre, tevkıfî olarak ait oldukları sûreler içerisinde tanzim edilmişlerdir.

Kur’an, tenzil sürecinde vahiy kâtipleri tarafından sahifelere yazılmış, sahabe tarafından pasajlar hâlinde ezberlenmiş, her yıl Ramazan ayında Cebrail ile Hz. Peygamber, o güne kadar indirilenleri mukabele usulü ile okuyup dinlemişlerdir.[180] O günden sonra da Kur’an, aynı usullerle sürekli olarak yazılmış, ezberlenmiş ve okunmuştur... Bu gün ise matbaalarda çoğaltılmış, kompitürlere kaydedilmiş ve internet aracılığıyla daha sağlam korunma ve kolayca erişilebilme imkânını kazanmıştır. Ancak, Kur’an’ın muhafazası, yine de bunlara havâle edilmiş değildir! Kur’an’ın asıl koruyucusu, onu indiren Allah’dır. Zira kıyâmete kadar var olacak bütün insanlara yol gösterici ve hidâyet olarak gönderdiği kelâmını korumayı da O üstlenmiştir...[181]

Hz. Peygamber’in, Kur’an’ı beyan sadedinde yaptığı her açıklama, getirdiği her izah ve uygulamanın, manâ olarak vahyin kapsamına dahil olduğu muhakkaktır. Bunun hâricindeki sünneti ise, vahiy değil ama, Yüce Allah’ın eğitim ve öğretimi ile yetiştirilip kendisine kemal vasfı kazandırılmış ve yüce bir ahlâkın sahibi olan seçkin bir Peygaber’in, yine vahyin kontrolü altında gerçekleşmiş ve O’nun onayını almış bir hikmet olarak değerlendirmek gerekir...

Hz. Peygamber, zamanın ve olumsuz şartların baskısı sebebiyle sahabîlerden bazılarının farklı tilâvet şekillerine, yani meharic-i hurufa ve edâ şekillerine pek müdâhale etmemiş olabilir, ancak bazı sahabilere bazı pasajları farklı lehçe ve farklı kıraat şekilleriyle okuduğunu söylemek, böyle bir Kur’an tasavvuru çerçevesinde pek mümkün gözükmemektedir! O nedenle denilebilir ki, Ehruf-ı Seb’a, Kıraat-i Seb’a ve Kıraat-i Aşere, Kur’an’dan ve Rasûlüllah’dan değil, ondan sonra, sahabe ve tabiûndan kaynaklanan olgulardır.

Terimsel anlamdaki nesh ile ilgili âyetler, daha önceki kitap, şeriat ve uygulamalar hakkındadır. Zira “...Her süre /dönem için bir kitap vardır; (süresi tamamlanınca) Allah, dilediği kitabı yürürlükten kaldırır, dilediğini de yürürlüğe koyar![182] Çünkü, Ana Kitap O’nun katındadır.”[183] Bu sünnetullah gereği İncil gelmekle Tevrat’ın, Kur’an gelmekle de İncil’in süresi dolmuş ve yürürlükten kaldırılmışlardır. Kur’an ise, Allah’ın bütün insanlara, en son ve evrensel hidâyetidir /mesajıdır.[184] Onunla din /İslâm kemâle erdirilmiş ve Allah’ın insanlara nîmeti tamamlanmıştır.[185] “...Rabb’inin sözleri, doğruluk ve adâlet bakımından tamdır; artık O’nun sözlerini değiştirebilecek hiç kimse yoktur! O her şeyi işitir, her şeyi bilir...“[186] Yerinde de belirtildiği üzere, Kur’an’ndan hiçbir âyetin metni ve hükmü veya hem metni hem de hükmü mensuh değildir.

Hakk olarak indirilmiş ve Hakk olarak inmiş olan Kur’an[187] şudur: 1. Allah tarafından Cebrail vasıtasıyla Hz. Muhammed’e, 2. Apaçık Arap dili ile indirilen, 3. Hz. Ebu Bekir döneminde Zeyd b. Sâbit’in başkanlığındaki komisyon tarafından cem edilirken İmam Mushafta yer alan, 4. Nesilden nesle mütevâtir olarak nakledilen ve 5. namazlarda okunabilen âyet ve âyetler bütünüdür. Hz. Muhammed’e inzal edildiği kesin olarak bilinmeyen, ne İmam Mushafta ne ondan istinsah edilen nüshalarda ne de eldeki Kur’an’da yer almayan, ancak ahad haberle nakledilen ve namazlarda okunması câiz görülmeyen hiçbir metne Kur’an denilemez. “Süt emme” ve “recm” gibi dinde yeri olan yasalara, ancak Hz. Peygamber’in sünneti ve uygulamaları gözüyle bakılmalıdır; Kur’an’dan olmayan hiçbir metin ya da hüküm, bir biçimde Kur’an’a yamanmamalıdır!...

 

* Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi

[1] Nüzul sırasına göre tanzim edilen mushaflara, özellikle Hz. Osman’ın Mushafına göre, ilk indirilen iki sûre Alâk ve Kalem /Nûn sûreleridir. (Bkz. Alak, 96/1; Kalem, 68/1).

2] Krş. İbrahim, 14/4.

[3] “İnsanlara dura dura okuyasın diye Kur’an’ı pasajlara ayırdık ve bölüm bölüm indirdik.” (İsra, 17/106)

[4] “Şüphesiz sen, elbette yüce bir ahlak üzeresin!” (Kalem, 68/4)

[5] “Biz seni âlemlere, sırf rahmet olasın diye gönderdik.” (Enbiya, 21/107)

[6] Bakara, 2/143.

[7] Âl-i İmran, 3/110.

[8] Krş. Âl-i İmran, 3/7. Buradaki zeyğ’den kastımız, Kur’an’ın veya onun bir bölümünün söylemekte olduğu hakikati değil de inanç hâline getirilmiş olan batılı, gerçekle hiçbir ilişkisi olmayan bir görüşü ya da düşünceyi ona söylettirme eğilimidir. Mesela bazı Hıristiyan ilim adamlarının, Hz. İsa’nın “Allah’ın, Meryem’e ilka ettiği  kelimesi ve ondan bir ruh” (Nisa, 4/171) olduğu hakikatini, İsa, Allah’ın oğlu ve onun bedeninde yer yüzüne inmiş bir ilâhtır, şeklindeki anlayış ve inançları, zeyğ’in en tipik örneğidir. Târihte ya da günümüzdeki bazı düşünce akımlarının, Kur’an’ı, kendi görüş ve düşüncelerine refere olarak kullanma teşebbüsleri de, öncekiler gibi olmasa da âyete, maksadını aşan ve de o pasaj ya da bütün hâlinde Kur’an tarafından doğrulanması mümkün olmayan bir mânâ yükleme çabaları da, hakikatten sapma anlamında zeyğ olarak değerlendirilebilir.

[9] Şûrâ, 42/51.

[10] Şu’arâ, 26/193.

[11] Nahl, 16/102.

[12] Şu’arâ, 26/192, 193.

[13] Bakara, 2/97

[14] Bakara, 2/97; Şu’arâ, 26/194.

[15] Nahl, 16/103; Şu’arâ, 26/195.

[16] Maksadımız, Hz. Ebû Bekir döneminde, Zeyd b. Sâbit’in başkanlığında oluşturulan komisyonun cem edip iki kapak arasında topladığı 114 sûreden oluşan Mushaf’dır.

[17] Bkz. Ebû Devud, Hudûd, 16; İbn Mâce, Hudûd, 9; Buharî, Nikâh, 20, 27; Müslim, Müslim, Rada, 25. Darimî, Nikâh, 49.

[18] Bkz. Suyûtî, Itkan, I/20 vd.

[19] Mesela denilmiştir ki: Fatiha, İhlas, Kevser sûreleri, şanlarının yüceliği ve ortaya çıkan ihtiyaç sebebiyle, hem Mekke’de hem de Medine’de olmak üzere ikinci defa indirilmiş sûrelerdir.  (Bkz. Suyûtî, Itkan, I/35, 36)

[20] Bkz. Özgel, İshak, Kur’an’ın Üç Aşamalı Nüzûlü Anlayışının Lügavî Temelleri Üzerine Bir Değerlendirme, Arayışlar, yıl: üç, sayı: 5-6, 2001, s. 90.

[21] Şûrâ, 42/7; En’am, 6/19.

[22] Bakara, 2/41; Âl-i İmran, 3/ 4, 7; İsra, 17/39; Şûrâ, 42/3.

[23] Burûc, 85/22. Bkz. Kaf, 50/1.

[24] Vâkı’a, 56/77-80.

[25] A’lâ, 87/6, 7.

[26] Bkz. Kıyâme, 75/16-19.

[27] Bkz. İsrâ, 17/105.

[28] Bkz. Yunus, 10/15, 16.

[29] Hıcr, 15/9. Oysaki Batılı Bilim adamlarının zihin dünyalarındaki Tanrı tasavvuru, vahiy, peygamber ve metin anlayışı ile İslâm’ın Tanrı, peygamber, vahiy ve metin anlayışı birbirinden çok farklıdır. Hegel’in, zamanla gelişmekte ve değişmekte olan tarihsel tanrı anlayışından başka, genellikle Hıristiyan inancına göre Hz. İsa, aynı zamanda Rab’dır ve Tanrının oğludur... Rabbin, İsa’nın bedenine girip yer yüzüne inmesi ve insanlarla bizzat konuşması vahiydir... Hz. İsa, yazılı bir İncil metni bırakmamıştır. Hıristiyanların ellerindeki Lukka, Matta, Markos ve Yuhanna İncilleri ise, ondan, en erken 30-60 yıl sonra derlenip yazılmış, M. S. 325 yılında akdedilen İznik konsilinde 104 incil içerisinden seçilmişlerdir. Bu incillerin, devam etmekte olan konsillerce sürekli ilâveler ve çıkartmalar yapılarak metin inşası, hâlen devam etmektedir!

[29] Bkz. Ebû Zeyd, Nasr Hâmid, İlâhî Hitabın Tabiatı (Çev. M. Emin Maşalı), Kitabiyât, Ankara, 2001, s. 9.

[30] Fussilet, 41/42.

[31] Burûc, 85/21.

[32] Bakara, 2/2.

[33] Levh-i Mahfuz tâbiri, Kur’an’da farklı bir biçimde kullanıldığı halde, başlangıçtan îtibâren İslâm ilim adamları onu, aynı şeyden bahsettikleri için Ümmü’l-Kitab Kitab-ı Meknûn ve Levh yerine özel isim olarak kullanmış ve İslâmî literatüre de öyle geçmiştir... .

[34] Ebu Zeyd, İlahî Hitabın Tabiatı, s. 66, 67.

[35] Bkz. Ateş, Abdurrahman, Tefsir Geleneğinde Levh-i Mahfuz Düşüncesi, İslâmî Araşatırmalar, cilt 16, sayı 3, 2003, s. 301-404. Makale sahibi, Reşid Rıza’dan da nakledilen: “Levh-i Mahfuz diye nitelenen bir şeyin veya mekânın varlığına iman edilmesi gerektiğine dâir bir bilginin temel kaynaklarda mevcut olmaması da dikkat çekicidir,” demiştir. Belli ki, Fıkhu’l-Ekber’deki şu ibâre farklı bir biçimde değerlendirilmiştir: “...Halakallahu Tealâ el-eşyâ’e  lâ min şey’in, ve kânellahu Tealâ âlimen fi’l-ezeli bi’l-eşyai kable kevnihâ. Ve hüvellezi kaddera el-eşyâ’e ve kadâhâ, lâ yekûnu fi’d-dünyâ  velâ fi’l-âhirati şey’ün illa bi meşî’etihi ve ılmihi ve kadâihi ve kaderihi ve ketbihi fi’l-levhi’l-mahfuzi, velâkin ketbuhû bi’l-vasfi lâ bi’l-hukmi.” İmam-ı Azam’ın Beş Esri, (Metinle birlikte çev. Mustafa Öz), el-Fıkhu’l-Ekber, M. Ü. İ. Fak. Vakfı Yayınları, Nu. 49, s. 72.

[36] Bkz. İsra, 17/106.

[37] İsra, 17/93; Furkan, 25/32.

[38] Ateş, Süleyman, İslâm Araştırmalarında Yerleşik Bazı Terimlerin Sağlık Derecesi, Günümüz Dinî Bilimler Araştırmaları ve Problemleri Sempozyumu, O. M. Ü. İ. F., Yayın no: 55, s. 211.

[39] Denilir ki, Kur’an’ın indirildiği dönemde, yani M.S. 610 ve 632 yılları arasında kâğıt bulunmadığı için indirilen âyetler düz ve yassı taş parçalarına, develerin kürek kemiklerine, hurma dallarına ve dabağlanmış deri parçaları üzerine yazılırdı... Temel kaynaklarda yer alan bu bilgi, hiç eleştirilmeden kuşaktan kuşağa nakledilmiş ve hâlen öyle bilinmektedir. Oysaki kağıdın icadı, M. Ö. dört bin yıllarına tekabül etmektedir. M. Ö. 2000 yıllarında Mısır’da papirus adı verilen bir kağıt çeşidi icat edilmiştir. Yani, Kağıt vardır ve Arap Yarımadasında mebzul olmasa bile, başka yerlerde, hem de az denmeyecek kadar mevcuttur! Sözgelimi o dönemde Hicaz bölgesinde bile Tevrat ve İncil nüshaları hep kâğıt üzerine yazılmış ve kocaman ciltli kitaplar halinde sahiplerinin ellerinde bulunmaktadır. Bu yazılı metinler Kur’an’da, esfar (Cuma, 62/5), kırtas ve karatis (En’am, 6/7, 91) tabirleriyle geçmektedir. Mesela M.S. 325 yılında İznik’te toplanan konsil, elde mevcut 104 incil nüshasını incelemiş ve onlardan dördünü (Luka, Matta, Markos, Yuhanna) kabul etmişti... Aynı zamanda ibadet, ticaret ve kültür merkezi olan Mekkede her yıl düzenlenen şiir yarışmalarında seçilen yedi şiirin /muallaka-i seb’a yazılı metinler halinde Kabe duvarına asılarak ödüllendirildiği de bilinmektedir. Mekke’deki gizli tebliğ döneminde bile sahabenin elinde, Hz. Ömer’in İslam’a girişi örneğinde olduğu gibi, Kur’an metninin yazıldığı sahifelerin bulunduğu; Rasulüllah’ın çevre toplumlara elçiler gönderdiği ve onlarla yazıştığı; Medine Vesikası ve Hz. Ali tarafından kaleme alınan Hudeybiye antlaşmasının yazılı bir metin olduğu da bilinmektedir... Ayrıca Hz. Peygamber vefat ettiğinde Hz. Ebu Bekir, Hz. Aişe’nin yanında rulo halinde ve iple sarılı halde bulunan Kur’an’ın yazılı metinlerini /karatis istediği ve aldıktan sonra bunları cem heyeti başkanı Zeyid b. Sabite teslim ettiği; bu heyetin iki kapak arasında /deffeteyn toplanmış halde bir mushaf (imam Mushaf) ortaya koyduğu; Hz. Ali, Osman, Âişe, İbn Mes’ud, Ubey b. Kâ’b ve Zeyd b. Sâbit gibi sahabilerin kendilerine âit mushaflarının olduğu; Hz. Osman’ın, İmam Mushaftan istinsah yoluyla yedi nüsha çıkartıp bunlardan her birini Mekke, Medine, Kufe, Yemen, Şam gibi ilim merkezlerine gönderdiği güvenilir kaynaklarda yer almıştır... Bütün bunlar gösteriyor ki, o dönemde kağıt, Kur’an metninin taşlara, kürek kemiklerine, hurma dallarına vs. yazılacak kadar kıt veya elde edilmesi imkansız değildir. Kaldı ki Mekke o bölgenin önemli bir ticâret merkezidir... Yaz kış, kuzeye ve güneye ticarî seferlerin düzenlendiği de malumdur... Bütün bu argümanlar gösteriyor ki, Kur’an Târihi yazarlarının, “Kur’an’ın üzerine yazıldığı yazı malzemeleri” konusunu yeniden gözden geçirmeleri gerekmektedir!

[40] Keleş, Ahmet, Kur’an’ın Cemi ve Tertibi, İslâmî Araştırmalar, Cilt: 14; Sayı: 1, 2001, s. 103-126.

[41] Zuhruf, 43/4; Bkz. Ra’d, 13/39.

[42] Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri,VIII/238.

[43] Bkz. Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, X/402. Ateş, “Ancak bizim kanaatimize göre burada Levh-i Mahfuz' ile kasıt, Allah’ın bilgi hazinesi değildir. Çünkü Allah’ın bilgi hazinesi, maddî bir kitap olmaktan münezzehtir Onun mahiyetini Allah’tan başka kimse bilemez...” sözleriyle bu görüşe katılmadığını açıklamıştır.

[44] Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri,VIII/238, 239. Ateş, buradaki “Allah’ın bilgi hazinesi...” sözünü, kendi ifâdesi olarak kullanmıştır. Oysa, bir önceki dipnotta belirtildiği üzere o, bu görüşü tenkid etmiştir...

[45] Pakalın, M. Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, II/360.

[46] Bkz. Tahanevî, Muhammed Ali, Mevsûâtu Keşşafi İstılahâti’l-Fünûn, Beyrût, 1996, II/1416; Pakalın, M. Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, II/360; Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.336.

[47]  Çoğulu elvah olan levh kelimesi lügatta, ister tahta, ister kemik, isterse başka bir şeyden olsun, üzerine yazı yazılan düz ve enli olan şey anlamındadır. Bu kelime Kur’an’da, biri soyut, diğerleri ise somut anlamda olmak üzere, toplam beş âyette geçmektedir. Soyut anlamda levh, İslâmî literatürde Levh-i Mahfuz adıyla meşhur olan “Ana Kitab”, diğerleri ise, biri, Nuh’un, gemisini inşa ettiği tahtalar, zât-ı elvâh tâbiriyle, üçü de, Allah’ın Tur-ı Sîna’da Hz. Musa’ya imlâ ettirdiği âyetlerin üzerine yazıldığı, düz ve enli yazı malzemeleri, yani elvâh hakkındadır. Levh kelimesi Hadislerde de kullanılmıştır: Rasulüllah (sav): “Zeyd’i çağırın!” dedi. O da, divit ve levh (veya kürek kemiği) ile gelince, “Yaz: “Lâ yestevi’l-ka’ıdûn...” buyurdu. Başka bir hadiste, sahifelere yazılmış ve iki kapak arasında cem edilmiş Kur’an için: Ma beyne’l-levhayn tâbiri kullanılmıştır. Bu vb. âyet ve hadislerde Levh, çoğulu elvâh, bugünkü kâğıt yerine kullanılan, fakat keyfiyeti bir kısmında meçhul soyut ve somut yazı malzemeleri veya onlara tekabül eden eşya anlamındadır. Levh’in bu anlamları içerisinde bizim konumuz, hiç şüphesiz soyut anlamdaki levh, literatürdeki yaygın adıyla, Levh-i Mahfuz’dur.

[48] Süleyman Ateş, söz konusu ana kitab, diğer adıyla Kitab-ı Meknun ve Levh-i Mahfuz’dan maksat, Hz. Musa’ya Tur’da verilen Tevrat levhalarıdır (Bkz. Ateş, Süleyman, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, IX/232) derken; başkaları da, içerisinde Kur’an’ın da yer aldığı Tevrat, İncil ve Zebur olduğunu söylemişlerdir ki, bunlar, ister aklî olsun, ister naklî, sağlam bir dayanaktan tamamen yoksun âfakî yorumlardır. (Daha fazla malumât için bkz. Ateş, Abdurrahman, Tefsir Geleneğinde Levh-i Mahfuz Düşüncesi, İslâmî Araşatırmalar, s. 398, 399).

[49] Mecîd, mecude / yemcudu fiilindendir; övülmüş, yüceltilmiş, her türlü övgünün üstünde olan şerefli, şanlı şey anlamındadır. Kur’an’da bu kavram, hem Allah’ın hem de Arş ve Kur’an gibi Allah’a âit olan şeylerin sıfatı olarak kullanılmaktadır. (Bkz. Hud, 11/73, Kaf, 50/1, Burûc, 85/11)  “Kitaplar içerisinde, nazmı ve i’câzı itibâriyle en yüce mertebeye sâhip...” anlamındadır. (Zemahşerî, Keşşaf, IV/240)

[50] Burûc, 85/21, 22. Bkz. Kaf, 50/1. el-Lavhu’l-Mahfûz tâbiri, Kur’an’a âit değildir; orada, yalın hâlde bulunan el-Lavh ya da cümle içerisindeki “fî lavhın mahfuzin” ibâreleri literatüre, terkip hâlinde levh-ı mahfuz şeklinde girmiştir. Âyetteki mahfûz kelimesi, Kur’an kelimesinin sıfatı olarak değerlendirildiği gibi, levh kelimesinin sıfatı olarak da değerlendirilmiştir. Birinci kıraate göre, “Kur’an korunmuş levhdadır;” ikinciye göre, “Korunmuş Kur’an bir lavhadadır.”

[51] Vâkı’a, 56/77-80.

[52] Zuhruf, 43/4. Bkz. Ra’d, 13/39.

[53] Taberî, Camiu’l-Beyân, XXIX/11; Razî, Mefatihu’l-Ğayb, XXX/78, 79; Kurtubî, el-Cami’ Li Ahkâmi’l-Kur’an, XVIII/223; İbn Kesir, Tefsir, V/448; Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, VIII/5264.

[54] A’lâ, 87/19.

[55] ”Biz, senden önce de Elçiler gönderdik; onların da eşleri ve çocukları var idi... Allah’ın izni olmadan, hiç bir peygamberin bir âyet getirmesi mümkün değildir. Her dönem için bir kitap vardır; Allah, dilediği kitabı yürürlükten kaldırır, dilediğini de yürürlüğe koyar! Zira, Ana Kitap O’nun katındadır...” (Ra’d, 13/38, 39) Buradaki “ana kitap”tan maksat, yaygın adıyla Levh-i Mahfuz’dur ve Kur’an’dan önceki kitap ve suhuf’ların da kaynağı olduğu anlaşılmaktadır. (Bkz. Zemahşerî, Keşşaf, I/534; Razî, Mefatihu’l-Ğayb, XIX/66; İbn Kesir, Tefsir, IV/392).

[56] Hac, 22 /70.

[57] Yunus, 10/61.

[58] Hadîd, 57/22.

[59] En’am, 6/59

[60] Bkz. Taberî, Camiu’l-Beyân, XXIX/11; Razî, Mefatihu’l-Ğayb, XXX/78, 79; Kurtubî, el-Cami’ Li âhkâmi’l-Kur’an, XVIII/223; Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, VIII/5264.

[61] İnsan, 76/1. Bu âyete şöyle bir mana da verilebilir: “İnsan üzerinden, insan olarak zikredilmeye değer hiç bir şey olmadığı, uzun bir zaman dilimi geçmedi mi?!”

[62] Necm, 53/32. Ayrıca bkz. Kehf, 18/37; Hac, 22/5; Secde, 32/7-9.

[63] Bkz. Hac, 22/5-7; Mü’minun, 23/12-14.

[64] Fatır, 35/11. Anlaşılıyor ki, var olan herhangi bir şey, ne tesadüfe bırakılmış ne kendiliğinden gerçekleşmekte ne de Allah’ın bilgi alanı dışındadır... Deistlerin dediği gibi: ‘Tanrı, eşyayı ilk defa yaratmış, kanunlara bağlayıp kendi seyr-i tabiisine bırakmış” olmadığı gibi “Tanrı küllü bilir, cüzleri bilmez” de değildir

[65] Her insanın, yaratılış sürecinde geçirdiği üç ayrı evreyi kapsayan ve insan olarak zikre değer hiçbir şey olmadığı evrelerin Kur’an vasıtasıyla açılımı şu olmalıdır: “Allah sizi topraktan bir bitki olarak bitirdi...”(Nuh, 71/17) âyetiyle işâret edilen ilk evrede, insanın yaratılış sürecindeki bitkilerdeki varlığından söz edilmektedir. Babanın sulbünde nutfe /sperm, annenin yumurtalığında yumurtaya /ovum dönüşmeden önceki topraktan yaratılmış bitkisel ve hayvansal gıdalar evresidir bu... İkincisi, “İnsan yaratıldığı şeye bir baksın! O, sulp ile terâib arasından fışkırarak çıkmakta olan bir sudan (meniden /nutfeden) yaratılmıştır,”(Tarık, 86/6) âyetinde işâret edildiği üzere, alınan bitkisel ve hayvansal besinler, - ki, hepsi de, asılları itibariyle su ve topraktandır - sindirim sistemi vasıtasıyla insan vücudunda bel ile kaburga kemikleri arasından eşeysel /genital organ hücrelerine, oradan da nutfe ve ovuma dönüşmektedirler... Üçüncüsü ise, söz konusu âyette ilk evresi belirtilen döllenme ile birlikte başlayan ve ana rahminde ceninin /embrio teşekkül ve tekemmül ederek yaratılışı tamamlanıncaya kadar geçen evrelerdir. (Bkz. Hac, 22/5; Mü’minun, 23/12-14; Kıyame, 75/36-40)

[66] Bkz. İnsan, 76/1.

[67] Zümer, 39/6.

[68] Secde, 32/7-9.

[69] Hayatlarında hiç İlâhî bir kitaptan okumamış, dolayısıyla âhiret hayatı ile ilgili hiç bir bilgi sahibi olmamış müşrikler, âhiret hayatından bahseden âyetleri işitince şaşırdılar ve: “...Bu, acayip bir şeydir; biz öldükten ve toprak olduktan sonra mı diriltileceğiz?! Bu, (akla)  uzak bir dönüştür”  dediler...” Âs b. Vâil, eline bir çürümüş kemik parçası aldı, Rasulüllah’ın karşısına geçti ve onu parmakları arasında ufalayıp toz hâline getirdikten sonra: “Çürümüş olan bu kemiğe, yeniden kim hayat verecekmiş?!” dedi. Ona Allah’ın cevabı şu olmuştur: “Şu insan, kendisini bir nutfeden[69] /spermden yarattığımızı görmedi mi ki, kalkmış da bize apaçık bir düşman kesiliveriyor! Yaratılışını unutmuş, bir de bize: “Şu çürümüş kemiği kim diriltecek?” diyerek misal veriyor! De ki onu, ilk defa yaratan diriltecektir; O, her durumda yaratmayı bilendir. Hâlen yakmakta olduğunuz şu yeşil ağaçtaki ateşi yaratan da O’dur. Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini de yaratmaya, hiç güç yetiremez mi?! Evet, O buna da kadirdir. Zira O, emsalsiz yaratıcıdır, her şeyi bilendir... Nitekim, bir şeyi yaratmak istediği zaman O’nun işi, ona, sâdece: ‘ol!’ demektir; o da hemen oluverir!... Her şeyin hükümranlığı elinde olan Allah’ın şanı ne yücedir! Ve siz O’na döndürüleceksiniz!“ (Yasin, 36/77-83.)

[70] Kamer, 54/52, 53.

[71] Yasin, 36/12.

[72]  Taha, 20/52.

[73] Kaf, 50/2-4.

[74] Kamer, 54/52, 53.

[75]”Zerae fi’l-ard”, lügatte saçtı, dağıttı, tarlaya tohum ekti, tarladan mahsul kaldırdı gibi manalara gelmektedir. Aynı kökten ‘zerre’ tohum, partikül, küçük parçacık ve atom anlamında isim olarak kullanılmaktadır. “Biz sizi topraktan halk ettik; sizi yine oraya döndüreceğiz ve bir kez daha sizi ondan çıkaracağız” (Taha, 20/55) âyeti, yeniden yaratılmak üzere her insanın toprağa tohum olarak ekildiğini ifâde etmektedir.

[76] Mülk, 67/23, 24. ”Takdim ettikleri,” insanların, yaşarken iyi ya da kötü, işleyip hesap günü ortaya çıkarılmak üzere gönderdikleri amelleri anlamındadır. Mesela, ”Ey iman edenler, Allah’tan korkun! Herkes yarın için ne göndermiş /hazırlamış bir baksın! Allah’tan korkun. Zira Allah yaptıklarınızdan haberdardır. Sakın ha!... Allah’ı unutan, dolayısıyla kendi geleceklerini unutanlar gibi olmayın! Bunlar fasıklardır.” (Haşr, 59/18-20) “Eserleri” ise, geride bıraktıkları şeylerdir. Kişi öldükten sonra bile, onların varlığı devam ettiği sürece, onlardan sevap ya da günah kazanmaları devam eder. Rasulüllah (sav) şöyle buyurmuştur: “Kim iyi bir yol /çığır açarsa, ondan dolayı bir sevap kazanır. O çığırdan gidenlerin kazandıkları sevaplar kadar bir sevap daha kazanır. Kim kötü bir çığır açarsa, ondan dolayı bir günah kazanır. Ayrıca o yoldan gidenlerin kazandıkları günahlar kadar bir günah daha kazanır. Kişi ölmüş de olsa, eserleri devam ettiği sürece kazançları da devam eder.” (Bkz. Müslim, ilim, 15; Zekât, 69)

[77] Bkz. Buharî, Tefsir, Zümer, 39/3, 2, 78; Müslim, Fiten, 141-143; İbn Kesîr, Tefsîr, VI/523.

[78] Buharî, Tefsir, Zümer, 39/3, 1, 78; Müslim, Fiten, 141. Bkz. TDV. İslâm Ansiklopedisi, Acbü’z-Zeneb mad. I/319.

[79] Krş. Zümer, 39/67.

[80] Dünya âlemini, ilk kez nasıl yarattıysak, âhiret âlemini de öyle yaratacağız.

[81] Enbiya, 21/104. Ayrıca bkz. Ahkaf, 46/33; Kaf, 50/15

[82] Abdullah Dıraz, Kur’an’a Giriş s (çev. Salih Akdemir), Kitabiyât, Ankara, 2002, s. 89.

[83] Taberî, Caemiu’l-Beyan, XXIX/11; Razî, Mefatihu’l-Ğayb, XXX/78, 79; Kurtubî, el-Cami’ Li Ahkâmi’l-Kur’an, XVIII/223; Bkz. İbn Kesir, Tefsir, V/448; Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, VIII/5264.

[84] Bkz. Hicr, 15/21; Kamer, 54/49; Rahmân, 55/1-13

[85] Müslim, Kader,16, 2653.

[86] Çünkü, bazı müfessirler demişlerdir ki, buradaki kalem cins isimdir; ondan maksat, genel anlamda göklerde ve yer yüzündeki bütün yazıcıların kullandıkları soyut ve somut kalemlerdir. Bizim kanaatimizce de âyetlerin, bağlamları bu görüşü desteklemektedir.

[87] Krş. “Allah’ın takdirince, gökleri ve yeri yarattığı günden beri Allah katında ayların sayısı on ikidir; bunlardan dördü haram aylardır. Bu, (takip edilmesi gereken) dosdoğru bir yoldur!...” (Tevbe, 9/36)

[88] Kur’an’ın, bir celsede inzal edilen bölümlerinden söz edildiğinde pasaj’dan kastımız şudur:: “Biz, Kur’an’ı, insanlara dura dura okuyasın diye okuma parçalarına /pasajlar ayırdık ve bölüm bölüm indirdik.” (İsra, 17/106) Bu âyette de belirtildiği üzere Kur’an, okuma parçaları hâlinde bölüm bölüm indirilmiştir. Âyetteki “faraknahu kurânen” cümlesi, Hz. Peygambere bir celsede indirilen âyet ve âyetler topluluğunu ifâde etmektedir. Mesela Rasulüllah’a gelen ilk vahiyde Alak sûresinin ilk beş âyeti birinci bölüm olarak, daha sonra da geri kalan (6-19) on iki âyeti ikinci bölüm olarak sûre değil, iki pasaj halinde indirilmiştir. 29 âyetten müteşekkil olan Fetih sûresi de bir celsede indirilen Kur’an’dan bir bölümdür... Biz, hem bu realiteyi hem de sûre kavramının Kur’an’da kullanıldığı anlamı göz önüne aldık. Çünkü Kur’an’da sûre kavramı, on âyette toplam on bir defa geçmekte ve hepsinde de bir konuya hasredilmiş bölüm anlamında kullanılmaktadır. Mesela Nur sûresinin 1-34. âyetlerinden oluşan ilk bölümü /pasajı şu ifâde ile başlar: “Bu, indirdiğimiz ve farz kıldığımız bir sûredir...” (Nur, 24/1) Yine, “Bazı mü’minler derler ki: ‘Keşke bir sûre indirilse de...’ Evet, içinde savaşın zikredildiği mana ve maksadı apaçık bir sûre indirilince de kalplerinde hastalık bulunanların, ölüm hali kaplamış bir kişinin baktığı gibi sana dehşet içerisinde baktıklarını görürsün” (Muhammed, 48/20); “Münafıklar, kalplerindekini haber verecek bir sûrenin indirilmesinden korkmaktadırlar...” (Tevbe, 9/64) “Allah’a iman edin ve Elçisiyle birlikte cihada çıkın! diye bir sûre indirildiği zaman, içlerinden varlıklı kişiler senden izin istedi ve ‘Bırak da, biz oturanlarla birlikte olalım!’ dediler” (Tevbe, 9/86); “Her bir sûre indirildiğinde içlerinden biri: ‘Bu, içinizden hanginizin imanını artırdı ki?!’ der... Oysaki o, iman edenlerin imanlarını artırmış ve onları sevindirmiştir.” (Tevbe, 9/124); “Her bir sûre indirildiğinde, ‘Sizi bir gören oldu mu?’ diye birbirlerine bakar; sonra da arkalarını dönüp giderler...“ (Tevbe, 9/127) Görülüyor ki, bu âyetlerde de sûre kelimeleri hep, bir mânâ, maksat ya da hükme hasredilmiş bölüm /pasaj anlamında kullanılmıştır... Özellikle: “...Haydi, onun benzeri bir sûreyi de siz vücuda getirin!...” (Bakara, 2/23) veya “Haydi, onun benzeri on sûreyi de siz getirin!...” (Hud, 11/13) âyetlerindeki sûre kelimeleriyle kast edilenin, Bakara, Âl-i İmran ve Nisa gibi (terimsel anlamda) sûreler olmadığı kanaatindeyiz... O nedenle biz, Kur’an’daki sûre kelimesinin, örfte yaygın oylan terimsel anlamıyla karıştırılabileceğini düşünerek Hz. Peygamber’e her vahiy hâlinde müstakil olarak inzal edilen her bölüm için pasaj tâbirini kullanmayı uygun bulduk ve şöyle târif ettik: Rasulüllah’a (sav) bir celsede indirilen ve siyak ve sibak bütünlüğü içerisinde bir manâ ve maksadı ya da bir hükmü tam olarak ifâde eden âyet ve âyetler topluluğuna pasaj adı verilir. Kanaatimizce, Kur’an’daki anlamı itibariyle, Bakara, Âl-i İmran, Nisa, Mâide, En’am, A’raf... gibi en az iki ve daha fazla konuyu içeren ve birden fazla bölümler hâlinde indirilenler için Kur’an’daki anlamıyla sûre /pasaj tâbiri uygun düşmemektedir. Bu târifte esas olan âyet sayısı değil, Fatiha, İhlâs, Kevser, Enfal, Fetih vb. sûreler gibi bir konuya hasredilmiş olmaktır. Bâzen sûre /pasaj, tedâyün /borçlanma âyeti olarak bilinen Bakara sûresinin 282. âyeti gibi uzun bir âyet veya ondan kısa bir ya da daha fazla âyetten de müteşekkil olabilir... Biz burada, bu gerekçelerle “bölüm” anlamını kastettiğimizde pasaj, terimsel anlamını kastettiğimizde sûre kelimelerini kullanacağız.

[89] Yaklaşık yirmi üç yılda indirilen Kur’an’ın tamamı Hz. Peygambere Allah’ın bilgisi dâhilinde inzal edilmiştir: “Allah sana indirdiğine şahittir! Zira onu, bilgisi dahilinde indirmiştir; melekler de buna şâhittirler. Hepsi bir yana, Allah’ın şâhitliği sana kâfidir...” (Nisa, 4/166)

[90] Bkz. Şûrâ, 42/11.

[91] Nisa, 4/164.

[92] İbn Ebî Ya’lâ, Tabakatü’l-Hanabile, I/29, 342 (Bkz. Topaloğlu, Bekir, Allah’ın Varlığı, Ankara, 1981, s. 33’den)

[93] Bakara, 2/75.

[94] Tevbe, 9/6.

[95] Fetih, 48/15.

[96] Bakara, 2/255.

[97] Lokman, 31/27.

[98] Kehf, 18/109.

[99] Müzzemmil, 73/5. Özellikle muhataplarına etki yönünden ağır bir sözdür.

[100] Tekvîr, 81/19-21.

[101] İsra, 17/106.

[102] Bakara, 2/97, 98; Nisa, 4/166; Nahl, 16/102; Şuara, 26/193-195.

[103] Necm, 53/5.

[104] Bkz. Vasıyyetü’l-İmam Ebî Hanife (İmam-ı A’zam’ın Beş Eseri, Mustafa Öz), M.Ü.İ.F.yayınları, No. 49, s 88.

[105] Şûrâ, 42/11.

[106] Neml, 27/6.

[107] İsra, 17/105.

[108] İsra, 17/105.

[109] Şûrâ, 42/11.

[110] Yasin, 36/82.

[111] Bkz. Ebu Bekir Muhammed b. et-Tayyib el-Bakıllânî, el-İnsâf Fî mâ Yecibu İ’tikaduhû ve lâ yecûzu’l-Cehlu bihi (Yayına hazırlayanlar: Muhammed Zâhid b. el-Hasan, el-Kevserî ve İzzet el-Attâr el-Huseynî), Kâhire, 1950, s. 61-126; Rudi Paret, Kur’an Üzerine Makaleler (çev. Ömer Özsoy), Bilgi Vakfı, Ankara, 1995, s. 77-85.

[112] Bkz. İsra, 17/105.

[113] Bkz. İmam Gazalî, el-Me’ârifu’l-Akliyye, s. 77.

[114] Bkz. Bakıllânî, a.g.e., s. 86.

[115] Bkz. Zerkanî, Menahilu’l-Irfan, I/47; Menna’ Halil el-Kattan, Mebahis fî Ulumi’l-Kur’an, ,s .35.

[116] Zerkeşî, Burhân, I/229; Süleyman el-Kafiyeci, et-Taysir fî Kavâ’ıd-i İlmi’t-Tefsir, s. 24.

[117] Yunus, 10/36.

[118] Büruc, 85/21, 22.

[119] Vakı’a, 56/78-80.

[120] Sefera, sâfir’in çoğuludur, yazıcı, hattat anlamındadır. Asıl manası örtülü şeyi açmak, keşf etmektir. Yazı yazmak da manayı ve meramı bir nevi keşf ve izah demek olduğu için yazmaya sefr, yazana sâfir, yazılana da sifr (çoğulu esfar) tâbir edilir (Bkz. Cuma, 62/5). Aynı kökten sefer ve misâfir, bir yerden bir yere gitmek ve giden kimse anlamındadır. İki topluluk arasında uzlaştırıcı çaba içerisinde olan kimseye sefir denir.

[121] Abese, 80/11-16.

[122] Taberî, Camiu’l-Beyan, XXX/34, 35.

[123] Zemahşerî, Keşşaf, IV/218, 219.

[124] Bkz. el-Cami’, IX/216, 217

[125] İbn Kesbri, Tefsir, VIII/344. Bkz. Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, VIII/5577-5588.

[126] Vakı’a, 56/79

[127] Bkz. Razî, Mefatihu’l-Ğayb, xxxı/58,59.

[128] Yazılı bir metin hâlinde değil... (Bkz. Derveze, Muhammed  İzzet, et-Tefsiru’l-Hedîs, I/236, 237).

[129] Bkz. Rağıb, Müferdât, ‘VHY’ mad.; İbn Manzur, Lisân, ‘VHY’ mad.

[130] Cürcanî, Ta’rifât, s. 40.

[131] Rağıb, Müfredât,  ‘VHY’ mad.; İbn Manzur, Lisân, ‘VHY’ mad.

[132] Zerkanî, Menahilu’l-İrfan fî Ulumi’l-Kur’an, I/63.

[133] Vahiy hakkında geniş bilgi için bkz. Duman, M. Zeki, Vahiy Gerçeği, Fecr Yayınları, 1997 Ankara.

[134] Bkz. Duman, Vahiy Gerçeği, s. 21 vd.

[135] Şûrâ, 42/11.

[136] “Vahyin İmkânı,  Mahiyeti ve İnzali” hakkında geniş bilgi için bkz. Duman, Vahiy Gerçeği, s. 47 vd.

[137] Şurâ, 42/51, 52.

[138] Vahyin bu üç farklı yöntemini biraz açalım.

1. İlham, “Feyiz yoluyla kalbe gelen özel bir anlam ve bilgidir.” Bir mana ya da düşünceyi akla /zihne koyma veya telkin etmeye de ilham denir. Bu mana, özellikle Allah ve Cebrail tarafından sür’atli ve gizli bir biçimde zihne konulana özeldir ve bu yönüyle ilham, içten gelen  sezgiden ayrılır... Feyz /bildirme ânında kişi, onun bir ilham olduğunu ve Allah tarafından geldiğini, yine Allah’tan gelen bir idrak ile bilir ve hiç tereddüt göstermeden onun gereğini yapar.( Bkz. Rağıb, Müfredât, ‘LHM’ mad.; İbn Manzur, Lisan, ‘LHM’ madd.) Nitekim Musa’nın annesi, gelen vahye uyarak doğurur doğurmaz çocuğunu emzirdi, bir sandığa koydu sonra da Nil nehrine bıraktı...(Bkz. Kasas, 28/7-13) İzutsu, ilham’ın gerçekleşmesin şöyle formüle etmiştir: “İlham, Allah’ın irâdesi ânında zihnin, derhal vahyi almak için müsâit hâle gelmesi, O’nun istek ve düşüncesinin peygamberin veya velînin zihninde anlaşılır biçimde var olması demektir.” (Tosihihiko İzutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan, s. 151, 152) Vahiy ile ilham arasındaki ilişki, her ikisinin de Allah’a âit olması ve gizli ve sür’atli bir biçimde gerçekleşmesidir; farkları ise, ilham Allah’ın veli kullarına da gelir ve tebliğ mecburiyeti yoktur; vahiyse, sâdece peygamberlere gelendir ve tebliğ mecburiyeti vardır. (İlham hakkında geniş bilgi için bkz. Duman, Vahiy Gerçeği, s. 126-131)

2. Allah’ın perde gerisinden, yani görünmeden peygamberi ile konuşması: “Kellemallahu Musâ teklimen” /”Allah, Musa ile gerçekten konuştu” (Nisa, 4/164.) âyetiyle de sâbittir. Nitekim Musa, Sina Dağında “Ateşin yanına geldiğinde vâdinin sağ yamacından, mübârek bir köşedeki ağaçtan ‘Musa!’ diye seslenildi: ‘Ben, âlemlerin Rabbi Allah’ım...’” (Kasas, 28/30) Elbette Allah’ın konuşması, yaratılmışların konuşmasına benzemez. O’nun konuşması için sese, ağza, dile, kelimelere vs. ihtiyacı yoktur. “Bir şeyi dilediği zaman, O’nun işi, sâdece ona ‘ol!’ demektir ve o da hemen oluverir.”(Yasin, 36/82) Âyetinde de açıkça belirtildiği üzere Allah, konuşmak istediğinde, irâdesi, muhatabının işitip anlayacağı kelimelere dönüşerek kulağına gider ve karşılıklı konuşma gerçekleşir...

3. Allah’ın, insanlara meleklerden elçi ya da elçiler gönderdiği Kur’an’da açıkça ifâde edilmiştir. Mesela Hz. İbrahim’e (as), doğacak oğlan çocuğunu müjdelemek üzere iki Elçinin geldiği (Hûd, 11/71-73), daha sonra bu elçilerin, Lût’a (as) da uğrayıp, zalim kavmi helâk etmek üzere gönderildiklerini; o nedenle sabah erkenden, kendisine inanlarla birlikte o bölgeyi terk etmesini söyledikleri vs. bilinmektedir.(Bkz. Hûd, /11,77-81) Hz. Meryem’e gönderilen Ruh da bir elçi olarak gelmiş ve onu doğacak İsa Mesih ile müjdelemişti.(Meryem, 19-17-19) Bu elçilerin, elçilik görevlerini icra edebilmeleri için (Krş. İsra, 17/94-96) tam bir insan şekline büründükleri de aynı âyetlerde belirtilmiştir. Çoğunluğun kanaatine göre, Hz. Peygambere gelen elçi, “Rasûlün Kerîm” (Tekvîr, 81/19-21),”Şedidu’l-kuvve” (Necm, 53/5-18), “Ruhu’l-Kudüs” (Nahl, 16/102) ve “er-Ruhu’l-Emîn” (Şu’arâ, 26/192, 193) olarak da nitelendirilen Cebrail’dir. Rasulüllah (sav) onu, keyfiyeti bizlerce meçhul olmakla birlikte, iki defa kendi aslî sûretinde; (Bkz. Buharî, S. Necm, 1; Bedu’l-Vahy, 1; Müslim, İman, 75, 280, 281; İbn Kesîr, Tefsir, VII/419 vd.) sâir zamanlarda ise, uzun boylu ve yakışıklı bir insan; genellikle de Dihyetü’l-Kelbî’nin sûretinde görmüştür.(Buharî, Bedu’l-Vahy, 1; İman, 37) Başka meleklerin Rasulüllah’a vahiy getirip-getirmediğini bilmiyoruz.

[139] Bkz. Fazlur Rahmân, Ana Konularıyla Kur’an, s. 210, 211.

[140] Bkz. Fazlur Rahmân, Ana Konularıyla Kur’an, s. 209.

[141] Gazalî, el-Me’ârifu’l-Akliyye, s. 66.

[142] Bkz. Fazlurrahmân, Ana Konularıyla Kur’an, s. 210, 211.

[143] Gazalî, el-Me’ârifu’l-Akliyye, s. 77.

[144] Fazlur Rahmân, “Peygamber’in içinde değil, bizzat Allah tarafından indirilmiştir” dediği bu Ruh hakkında şöyle demiştir: “Herhalde Ruh, Peygamber’in kalbinde oluşan ve ihtiyaç olduğu zaman vahiy şekline dönüşen bir kuvve veya bir duyu veya bir araç olarak yorumlanabilir (Ana Konularıyla Kur’an, s. 210). Fakat aynı kişi, bir-kaç sayfa beride Necm Sûresinin 1-18. âyetlerini yorumlarken bir vahiy olayından bahsedildiğini ve bu olayda Peygamber’in Cebraili iki defa gördüğünü, bu görme esnasında Peygamber’in yükselmediği, fakat Cebrail’in indiğini anlatırken(s. 198 vd.); bir-kaç sayfa  ötede ise, “Ey Muhammed, vahyi tekrarlamak için acele ile dilini kıpırdatma!...” (Kıyâme, 75/16-19) âyetlerini yorumlarken: “Bu durum zorunlu olarak vahiy Elçisinin, vahiy olayından ve Peygamber’in kehdi şuurlu şahsiyetinden tamamen ayrı olduğunu gösterir” demiştir... (Bkz. s. 214, 215) Anlaşılıyor ki, Hz. Muhammed’e Kur’an’nın inzalinde /vahiy olayında Ruh, Ruhu’l-Kudüs, Ruhu’l-Emîn olarak da isimlendirilen Cebrail, haricî bir varlık olarak Elçilik görevi yapmaktadır...

[145] Sözgelimi: “O gecede Rablerinin izniyle melekler ve Ruh, her bir iş için inerler...” (Kadr, 97-4); Allah, “Melekleri Ruh ile  kullarından dilediği kimseye indirir“ (Nahl, 16/2); “Allah, emrinden olan Ruh’u dilediği kullarına indirir.” (Mü’min, 40/15); “Muhakkak ki o (Kur’an), âlemlerin rabbinin indirmesidir; uyarıcılardan olman için onu senin kalbine, apaçık Arapça ile Güvenilir Ruh /Ruhu’l-Emîn indirdi.” (Şu’arâ, 26/192-195); “De ki: ‘Allah’ın izniyle Kur’an’ı, kendinden öncekini doğrulayıcı, insanlara yol gösterici ve müjdeci olarak senin kalbine indirdiği için kim Cebrail’e düşman olursa... bilsin ki, Allah da onun düşmanıdır” (Bakara, 2/97, 98). Bu âyetlerde inen ruhdan ziyâde Kur’an’ı indiren Ruh’dan, Ruhu’l-Emin’den ve açıkça Cebrail’den söz edilmektedir...

[146] Bkz. Nahl, 16/102; Şu’arâ, 26/192, 193; Kadr, 97/4.

[147] Bakara, 2/97, 98; Nisa, 4/166.

[148] Maksat,  Cebrail’e /Ruh eşlik eden (Bkz. Kadr, 97/1-5) veya yazan melekler /sefera olabilir. (Bkz. Abese, 80/15 )

[149] Nisa, 4/166.

[150] Âyetteki “okutmak” anlamı için Krş. A’lâ, 87/6, 7.

[151]  Kıyâme, 75/16-19

[152] Bkz. Taberî, Cami’u’l-Beyân, XXIX/116-118; Zemahşerî, Keşşaf, IV/191; İbn Kesir, Tefsir, VII/303.

[153] Tâhâ, 20/114. Bu âyetlerden anlaşılıyor ki, Allah Teâlâ, yaklaşık yirmi üç yıl süren vahiy sürecinde, âyetlerin pasajlar hâlinde inzali esnasında, iki defa ihtiyaca binaen konuyu kesip, Elçisi Hz. Muhammed’i aceleciliğinden dolayı uyarmıştır. Çünkü o, Cibril tarafından kendisine okunmakta olan âyetleri, hemencecik ezberleyip unutmama, okuma ve anlama konusundaki aceleciliğinden dolayı bir çaba içerisindedir. (Bkz. Zemahşerî, Keşşaf, IV/191.)

[154] A’la, 87/6-7.

[155] Buhari, I/23; Müslim, I/139; İbn Hişam, s.250-254.

[156] Şuara, 26/192-195.

[157] Taberî bu âyetlerin nüzul sebebi hakkında şöyle demiştir:

[158] Tâhâ, 20/114.

[159] Bkz. Taberî, Cami’u’l-Beyân, XXIX /117; İbn Kesir, Tefsir, VII/304.

[160] ‘Vahiy hâli’, Rasulüllah’a (sav) vahiy geldiği ânda, gayr-ı ihtiyarî olarak büründüğü bir hâl, o anda yaşamakta olduğu tecrübî bir durumdur. Nakledildiğine göre, bu halde Rasulüllah dış çevresiyle ilişkisi tamamen kesilmiş içine dönük vaziyettedir. Hz. Aişe’nin anlattığına göre vahiy hâlinde Rasulüllah’ın yüzünün rengi değişir; bazen benzi  solar, bazen de yüzü kızarırdı... Soğuk havalarda bile buram buram ter döker, bazen de ağzının çevresine köpük birikirdi. Zeyd b. Sâbit demiştir ki, bir kere, vahiy geldiğinde dizim peygamberin dizine bitişik oturuyordum. O esnasında Peygamber’in üzerine çöken ağırlıktan dolayı neredeyse dizimin kırılacağını zannettim. Denilmiştir ki, eğer Rasulüllah’a vahiy, deve üzerindeyken gelirse, deve o ağırlığa dayanamaz çökerdi. Hz. Ömer’in anlattığına göre de, Peygamber’in başının etrafında arı vızıltısına benzer bir ses işitilirdi... (Bkz. Buharî, Bedu’l-Vahy, 1). Dış görünümünde beliren böylesi ârızî değişiklikler sebebiyle müşrikler, onun bayıldığı; bir cinin etkisi altına girip kendinden geçtiği zannıyla, ona mecnun diyorlardı. Şâir, Kâhin demeleri de bu yüzdendi. (Bkz. Tosihihiko İzutsu Kur’an’da Allah ve İnsan (çev. Süleyman Ateş),  Ankara, 1975, s. 158; Duman, Vahiy Gerçeği, s. 66-69). “Sonra ondan yüz çevirdi ve: ‘Öğretilmiş bir mecnundur’ dediler.” (Duhân, 44/14; Bkz, Necm, 53/2) Allah’ın onlara cevabı şudur: “Bu mu büyü, yoksa siz mi görmüyorsunuz?!” (Tûr, 52/15); “Sen, Rabbinin nimeti sâyesinde mecnun değilsin” (Kalem, 68/2); “Biz ona şiir öğretmedik, buna da gerek yoktu!...” (Yasin, 36/69) Anlaşılıyor ki, dış görünüşüne rağmen Hz. Muhammed, vahiy halinde şuurunu kaybetmiş değil, tabir câizse, o, tamamen bilinç hâlinde Cebrail’in kendisine okuduklarının etkisi altındadır. Şuurunu kaybetmiş değil, tamamen dış âlemden soyutlanıp, bütün benliğiyle bilinç hâline geçmiş; dikkat ve arzu ile kendisine okunanları dinlemektedir.

[161] Kalem, 68/2.

[162] Necm, 53/2, 3.

[163] Krş. A’lâ, 87/6, 7.

[164] Bkz. İbn Kesir, Tefsir, VII-303.

[165] Necm, 53/3, 4.

[166] Bkz. Duman, Vahiy Gerçeği, s. 34, 35.

[167] Bkz. Fazlur Rahmân, Kur’an’da Ana Konular, s.214.

[168] Buharî, Bed’u’l/Vahy, 1.

[169]  Nahl, 16/103; Şu’râ, 26/195.

[170] Kehf, 18/27.

[171] Şuarâ, 26/192-195.

[172] Nahl, 16/102.

[173] İsrâ, 17/105.

[174] Bkz. Zerkeşî, Burhân, I/236-238.

[175] Bkz. Abdullah Dıraz, Kur’an’a Giriş (çev. Salih Akdemir), Ankara, 2000, s. 86. 87.

[176] Çünkü Kur’an’da nesh’e delil gösterilen âyetler, eğer siyak-sibak bütünlüğü ve târihsel ve kültürel arka plânlarının hitap ettiği şahıslar göz önünde bulundurularak dikkatle okunulacak olursa (Mekkî sûrelerden: Nahl, 16/101-106 vd.; Ra’d, 13/...36-39...; Medenî sûrelerden: Bakara, 2/...105, 106...), görülecektir ki, hem bu âyetlerde sonraki ilim adamlarının /Halef /Müteahhirun kast ettikleri manada bir âyetin hükmünün nesh edildiğinden söz edilmiyor; hem de o pasajlardaki âyet kavramlarının delâlet ettiği mana, onların sandıkları âyet değildir!... Ayrıca, mensuh denilen âyetler, sözgelimi Bakara sûresinin 234. âyeti ile 240. âyeti, hem hitap hem muhatap hem konu hem de hüküm bakımından birbirinden tamamen farklı oldukları için, ortada bir çelişki bulunmamakta ve aynı anda ikisiyle de amel edilme imkânı vardır!... Nisa Sûresinin 11 ve 12. âyetlerinin, Bakar sûresi 180. âyetin vasiyetle ilgili hükmünü, mutlak sûrette nesh ettiği iddiası da isâbetli değildir. Çünkü, nâsih kabul edilen âyetler, dikkatle okunduğunda görülecektir ki, o iki âyette tam dört defa tekrarlanan: (Bu taksimat, ölenin ancak,) “vasiyeti yerine getirildikten ve borcu ödendikten sonra yapılır” hükmü ile kayıtlıdır. Dolayısıyla nâsih addedilen bu âyetlerin vasiyeti neshettiği değil, ibka ettiği dahi söylenebilir!... Nesh konusundaki eleştirel yaklaşımımız hakkında bkz. Kur’an ve Tefsir Araştırmaları III 14-15 Ekim 2000 İstanbul, Ensar Neşriyat, 2002. s. 395-420.

[177] Bkz. Nasır Hamid, İlahî Hitabın Tabiatı, s. 67.

[178] Krş. Ateş, Abdurrahman, Tefsir Geleneğinde Levh-i Mahfuz Düşüncesi, s.404.

[179] En’am, 6/114-115.

[180] Bkz. Zerkeşî, Burh’an, I/237-238.

[181] ‘Cenab-ı Allah, daha önceki kitapları neden korumadı da Kur’an’ı: “Şüphesiz Zikr’i biz indirdik, biz! Muhakkak ki  onun koruyucusu da biziz...”(Hicr, 15/9) diyerek korudu?’ sorusu sürekli olarak sorulmaktadır. Kanaatimizce, Kur’an’dan önce indirilen Tevrat, Zebur, İncil ve diğer suhuf’lar, belli bir kavme ve belli bir süre için verilmiştir: “...Her dönemin bir kitabı vardır; Allah, dilediğini yürürlükten kaldırır ve dilediğini de yürürlüğe koyar. Zira Ana Kitap O’nun katındadır.” (Ra’d, 13/38, 39) O nedenle süresi içerisinde onların korunması insanlara havale edilmiştir. Her toplum, meselâ İsrail oğulları, indirilen kitapları korumazlarsa, kendileri dinden uzaklaşır ve kitap da kendiliğinden kaybolur ve onun yerine diğeri gelir... Ayrıca Hz. Musa’dan sonra gelen Davud, Süleyman, Zekeriyâ, Yahya (a.s.) gibi bir çok peygamberle din desteklenmiştir de... Hz. Peygamber ise, “En son peygamberdir” (Ahzab, 33/39)Yahudî, Hıristiyan, Mecûsî, Sabiî vs. dinli ve dinsiz... “İnsanların kâffesine uyarıcı ve müjdeleyici olarak gönderilmiştir.” (Sebe, 34/28) Ondan sonra artık, hiçbir adla ve hiçbir misyon ile peygamber gelmeyecektir. Kur’an-ı Kerim de, “Kendisine tebliğin ulaştığı” (En’am, 6/19); “Bütün insanlara “ (Bakara, 2/185) gönderilmiş İlâhi bir rehber /hidâyet olduğu için, onu çağlar ötesine, diğer bir ifâde ile Kıyâmete kadar aslî hüviyetini koruyarak taşımaları insanlar için mümkün değildir. O nedenle Kur’an’ı, hiçbir harfi dahi değiştirilmeden orijinal metni ile çağlar ötesine taşıma görevini Allah üstlenmiştir...

[182] Bu âyetlerdeki nesh, Müteahhirun ilim adamlarının anladığı mânâda bir nesh değil, Hz. Musa devri ve ahkâmının, Hz İsa ile; Hz. İsa devri ve ahkâmının da Hz. Muhammed’in devri ve tebliğ ettiği ahkâm ile nesh edilmesidir. Kanaatimizce Kur’an’da söz konusu olan neshin, Kur’an gerçeğine uygun ve mâkul açıklaması da bu olmalıdır..

[183] Ra’d, 13/38, 39.

[184] Krş. Ahzab, 33/40; Sebe, 34/28.

[185] Krş. Mâide, 5/3.

[186] En’am, 6/114-115.

[187] Krş. İsra, 17/105.

 

Site tasarımı Mehmet Akif Duman

Elektronik posta adresi