Prof. Dr. Mehmet Zeki Duman

 

İSLAM’IN KÖLE VE CARİYE SORUNUNA YAKLAŞIMI

Prof. Dr. Mehmet Zeki Duman,

“Köle, kökeni itibariyle özgür olmayan bir toplum sınıfından gelen, satılıp alınabilen, iktisadi bir araç olarak görülen ve bir efendiye bağımlı olan kişi.”[2] Başka bir tarife göre, “keyfi, totaliter, müstebit bir güce ya da şahsa boyun eğen kişi” demektir. Cariye ise, kölenin dişisi, kadın köle anlamındadır.

Sosyal Bilimler Sözlüğünde Kölelik Düzeni maddesinde köle, şöyle tarif edilir: “İnsanın, mülkiyet nesnesi kabul edilerek aynen mülkiyet nesnesi kabul edilen diğer mal veya varlıklar gibi başka insanlar tarafından sahiplenilebilir, alınıp satılabilir, yasa ve töreler çerçevesinde vücut ve emeğinden kendisine bir bedel ödenmeksizin yararlanılabilirliğini kabul eden düzen. Bu düzende mülkiyete konu olan insana köle, mülkiyet iddiasında bulunana ise, efendi denir. Aynı zamanda bu iki kategori, aralarında dikey hareketliliğin olmadığı iki ayrı toplumsal katmanı ifade eder.”[3]

Arapça’da köle kelimesinin karşılığı. “abd” çoğulu ‘abîd’; câriye kelimesinin karşılığı ise, ‘eme’ çoğulu ‘imâ’dır. Rakîk, Memlûk ve ‘mâ meleket eymânuküm’ de bu manada kullanılan diğer kelime ve değimlerdir.

Abd (çoğ. Abîd ve ıbâd): Hür olsun köle olsun... mutlak manada insan demektir. Kul,köle anlamı ise, her insanın yaratıcısına mutlak surette bağımlı olması sebebiyledir. Hür/özgür kelimesinin zıddı olarakta kullanılan bu kelime, asıl itibariyle safat olmakla beraber sahip olunulmuş/memlûk, efendisine bağımlı kimse manasında isim olarak kullanılır.[4]

Rakîk (çoğ. Rikak ve erikka): Asıl olarak ince, zarif, hassas, kibar, yumuşak huylu ve akıllı gibi manalara gelir. Sahiplerine karşı sert olmadıkları, boyun eğdikleri ve daima itaatkâr oldukları için hürriyeti elinden alınmış insan, köle manasında da kullanılmıştır.[5]

Memlûk ve Memlûke (çoğ. Memâlik), sahip olunulmuş, mülk edinilmiş köle ve cariye, ‘mâ meleket eymâmuküm’ ise, sağ elinizin kazandıkları, savaşta elde ettiğiniz esirler, köle ve cariyeler demektir.

Fetâ ve Feretât kelimeleri Kur’ân’da köle ve cariyeler için kullanılmıştır. Asıl olarak hür gençler için kullanılır.[6] Erkeklere fetâ (çoğ. Fityetun ve feteyân), kızlara fetât (çoğ. Feteyât) denir. Taze, genç, yiğir, er, delikanlı manasında ve övgü yerinde kullanılır. Allah Teâlâ Kur’ân’da bu kelimeyi kinaye olarak köle ve cariyeler için de kullanmıştır.[7]

Kur’an-ı Kerim de abd’in çoğulu ibad, eme ve onun çoğulu ima kelimeleri iki ayette  toplam üç defa[8]; memlük ise bir ayette[9] geçmektedir. Bunların yerine  daha çok ‘ sağ elinizin malik oldukları’ manasında; “ma meleket eymanüküm” ile feta ve fetayat kullanılır.

Duyduğu aşk yüzünden kendini bütünüyle sevdiği kişinin iradesine bırakan , aşırı derecede önem verdiği mal ve para gibi bir şeyin peşini bırakmayan, o  şey söz konusu olduğunda özgürce davranamayan ve kendini tutamayan kişilere sevdiğinin yada o şeyin kulu ve kölesi tabir edilir; bir kadının kölesi olmak bu manadadır.[10] Hz. Peygamberin; “dinar ve dirheme kul, köle olanlara yazıklar olsun!”[11] hadisi de bu manadadır.

Köleleştirmek; köleleştirme eylemidir. Bir etninin bir ulusun, bir halkın, bir devletin yabancı bir toplumsal grubun tümüne yada bir bölümüne belli bir ekonomik ve siyasal rejimi zorla kabul ettirerek bu toplumsal grup üyelerinden çoğunun özgürlüğünü elinden alması, bunları topluca sürgüne yollaması ve çoğu kez yalnızca barınak ve yiyecek vererek karşılığında bazı ekonomik işlevleri yerine getirmekle yükümlü kılması.”[12]

Kölelik: Kölelik, köle olma durumu yada süresi; tutsaklık, esaret ve esirlik anlamındadır. Felsefi manada kölelik.[13]

Köle azatetmek: hürriyetine kavuşturmak, serbest bırakmak ve Salıvermektir. Arapçada bunun karşılığında rakabe fiilinin masdarı rikab ve itk kelimeleri kullanılmaktadır. Daha ziyade İslami literatürde azad edilmiş köle ve cariye anlamında mevla, çoğulu mevali kullanılır.

Yapılan bu tariflerdende anlaşılacağı gibi, insanların, hürriyetlerin ellerinden alınıp köleleştirilmesi genelde şu üç şekildedir: 1-savaş sonunda ele geçirilen esirlerin ailelere dağıtılarak köleleştirilmesi, 2-yabancı toplum yada ülkelerden baskın yoluyla kaçırılıp köle pazarlarından satın alınması, 3- bir kölenin soyundan gelenlerin miras yoluyla nesilden nesile intikal etmesi.

Köleliğin tarihinden bahseden kaynaklarda köleliğin kapsamına savaş tutsakları, babaları tarafından satılan çocuklar ve kendi kendini satan yoksul ailelerde giriyorlardı. Bazı zayıf karakterli insanların yoksullluklaını ileri sürerek karınlarının doyurulması karşılığında zengin ailelerin yanlarına kendi istekleriyle köle olarak girdikleri, hatta aileleriyle köleliği seçtikleri[14] söylense de tarih boyunca insanların köleleştirilmesi, genellikle yukarıda belirttiğimiz gibi üç şekilde olmuştur.

Köleliğin geçmişi oldukça eskilere dayanmaktadır. Eski mısırda, yunanda, romada ve cahiliyye dönemi arap toplumlarında insanların bir kısmı köle ve cariye olarak alınıp satılmış. Ve taşınır mal ‘akar’ olarak kullanılmıştır. Aslında her peygamber, insanlar arasında sınıf farkının kaldırılması ve Allahtan başkasına kulluk edilmemesi hususunda mücadele vermiş, birtakım ahlaki tedbirler ve tanınan haklarla, hatta hepsini olmasada bir  kısmını tam özgürlüğe kavuqşturacak yollarla konuya yaklaşmışsada bilhassa gücü elinde bulunduran sınıfı bundan vazgeçirememiştir. Bu konuda en büyük başarı, aşağıdada görüleceği gibi, takip ettiği yöntem sebebiyle İslamın başarısı olmuştur.

Her insan anasından hür doğmuştur.

İnsan, fiziki ve manevi yapısı itibariyle mükemmel bir varlıktır. Yaratılmışların bir çoğundan üstün ve Allah yanında en değerlisidir. Yüce yaratıcının yeryüzündeki yegane halifesi ve ilahi emanetin taşıyıcısıdır. İnsanın, Allah yanında ayrıcalıklı bir yeri ve önemli bir konumu vardır. Bu yüzden yüce Rabbi , evrendeki her şeyi insan için ve onu dünya hayatındaki refah ve mutluluğu sağlamak amcıyla yaratmış ve hizmetine sunmuqştur. İnsanı ise sadece kendisine ibadet etsin ve ondan başkasına kulluk etmesin diye yaratmıştır. Binaen aleyh insanlar, yaşama hakkı başta olmak üzere bütün temel hak ve özgürlüklere sahip oharak analarından doğarlard. Bu gerçeğe rağmen, ne yazıkki eşrefi mahlukat olan bu insan, gücü eline geçirir geçirmez layık olmadığı halde bir kısım zayıf insanlar üzerinde baskı kurarak köleleştirmeyi içine sindirebilmiştir. İşte bu sebeple ve insanın eliyle yeryüzünde bir köleler sınıfı ve birde bu sınıf üzerindeki egemen olan, onları istediği biçimde kullanan efendiler sınıfı ortaya çıkmıştır. Bir kısınm insanların , hemcinsleri tarafından köle ve cariye olarak kullanılmaları insanlığın büyük bir ayıbıdır. Bu ayıp aşağı yukarı insanlık tarihiyle başlamış ve dünyanın her yerinde, bundan 14 asır  öncesine kadar katı bir biçimde sürdürülmüştür. Bilhassa ortaçağda köle pazarlarının kurulması, bir hayvan yada eşyanın alınıp satıldığı gibi, insanın pazarlanması ve insan ticaretinin yapılması, insanlık alemi için ne büyük bir yüzkarasıdır.

Altıncı asırda cahiliye dönemi arap toplumundada  efendiler ve onların hizmetinde çalışmıya mecbur edilmiş köleler ve cariyeler vardı. Firavunlar dönemi Mısır, Yunan ve Romada olduğu gibi araplardada köle ve cariyeler, savaşta alınan esirlerden veya bir baskın sonucu zorla ele geçirilen ve tacirleri tarafından pazarlarda alınıp satılan yada anası ve babası köle olduğu için nesilden nesile köleliği miras yoluyla devam eden insanlardan oluşuyordu.

Köleler, tarih boyuca kendilerine dayatılan statüler gereği, her insanın doğuştan sahip olduğu temel hak ve özgürlüklerden tamamen mahrumdurlar. Bunların bütün hakları sahibinin, o zamanki yaygın ifadesiyle efendisinin elinde bulunuyordu. O, efendisinin bir malı veya eşyası sayılıyordu. Kendileri, insan sayılmadıkları için maruz bırakıldıkları zulüm ve işkence sebebiyle başvurup haklarını arayacakları bir otorite ya da adil bir mercileri yoktu. Efendisi onu, istediği şekilde kullanabilirdi. Evinde veya tarlasında, her türlü işte çalıştırır; döver, söver, işkence eder.... hiç kimse buna karşı çıkamazdı.

Bilhassa İslam geldikten sonra bu dini seçen kölelerin maruz bırakıldıkları işkenceler had safhaya vardırılmıştı. Mesela Yasir oğlu Ammar ve ailesi, rabah oğlu Bilal, Suheyb ve benzerleri müslüman olunca, zalim efendileri o zamana kadar uyguladıkları işkenceyi daha da korkunç boyutlara vardırdılar. Kimileri bir ayağı bir deveye diğer ayağı da başka deveye bağlandıktan sonra develer farklı yönlere çekilerek bedeninin ikiye bölünmesi; sıcak kumlar üzerine yatırılıp üzerine ağır kayalar konularak saatlerce güneşin altında bekletilmesi, yağlı kırbaçlarla yoruluncaya kadar dövülmesi; cariyelerin, bir genelevi kadını gibi fuhuş sektöründe çalıştırılıp para kazanmaya mecbur edilmesi gibi....

İslam köleliği daha önceki inanç, felsefe ve uygarlıklarda kökleşmiş bir kurum olarak hazır buldu. Müslümanlarında; hatta Hz. Muhammed’in de peygamberlik döneminden önce bir kölesi, peygamber olduktan sonra da bir cariyesi var idi. Doğal olarak İslam bu kurumu hemen ve bir çırpıda kaldırma yoluna gitmedi. Mesela, Zeyd b. Harise yedi yaşlarında küçük bir çocuk idi. Bir baskın sonucu Şam yöresinde mukim olan ailesinden zorla koparılarak kaçırılmış ve Mekke de, köle pazarında satılıyordu. Dul ve zengin bir kadın olan Huveylit b. Esed in kızı Hatice işlerini gördürmek için Zeyd i satın almış ve kendisine köle edinmişti. Hatice, Hz. Muhammed ile evlendikten sonra kölesini kocasına hediye etti. Böylelikle Hz. Muhammed in de peygamberlik öncesi hayatında bir kölesi oldu.

Zeyd in akrabaları ticaret amacıyla gittikleri Mekke de onu görünce hemen tanıdılar. Memleketlerine döndükleri zaman babasına, Zeyd i mekke de gördüklerini haber verdiler.

Zeyd in babası ile amcası çocuklarını almak için Mekke ye geldiler. Hz. Muhammed i buldular ve O ndan, bedelini ödemek şartıyla çocuklarını kendilerine vermesini istediler. O da, Zeyd e soralım; eğer sizinle gitmek isterse alın götürün, dedi. Zeyde soruldu. O, babasıyla gitmek istemedi ve yeni efendisinden çok memnun olduğunu, dolayısıyla onun yanında kalmak istediğini söyledi. Bunun üzerine Hz. Muhammed Zeyd i kucağına aldı, okşadı ve orada bulunanlara: “O halde biliniz ki, ben de Zeyd’i azat ettim ve kendime evlatlık edindim. Artık Zeyd hürdür. Bundan sonra Zeyd benim oğlum, ben de onun babasıyım. O bana varis olacak ben de ona varis olacağım.”dedi.

Bu kısa konuşmadan sonra Zeyd, o bölgede cari geleneğe göre, artık Hz. Muhammed in oğlu, o da Zeyd in babası olmuştu. Hicretin beşinhci yılında indirilen 33. Ahzab suresinin 4  ve  5. Ayetleri gelinceye kadar herkes onu “Zeyd b. Muhammed”yani “Muhammed’in oğlu Zeyd” diye çağırıyordu.[15]

İslam dini, Arap toplumunda tarihi bir olgu olarak hazır bulduğu bu kurumu, konjonktürel durum gereği tebliğin ilk yıllarında ve bir çırpıda kaldırma yoluna gitmedi. Çünkü bir toplumda asırlardan beri benimsenip yaşanmakta olan, köklü bir geleneği birden bire kaldırmak oldukça zordur. Hatta bu iş, abesle iştigal dahi sayılabilirdi. İnsanı bir hayvan gibi alıp satan, onu bir geçim kaynağı olarak görüp, ticaret metaı haline dönüştüren ve her türlü hizmetinde, tabir caizse, tepe tepe kullanan insanları bundan vazgeçirmek, tıpkı çocuğun elinden oyuncağını almak gibi bir şey olurdu.

İşin, göz ardı edilemeyecek derecede önem arz eden bir başka yönü daha var. Şöyle ki, kölelik kendi içinde bastırılmış bir bilinç olarak ruhuna işlemiş olan insanları birden bire ‘sen hürsün’ diyerek salıvermek, onlar açısından da bir kısım ekonomik ve psiko-sosyal  problemlerin doğmasına sebep olabilirdi... öncelikle ‘efendilerdeki’ sahte üstünlük ya da kendi özüne aykırı efendilik bilincini yıkmadıkça; kendileri gibi insanlara reva görülmekte olan insanlık dışı bu muameleyi inananların zihinlerden gidermedikçe, köleliği kaldırmak mümkün değildir. Akl-ı selim sahiplerine, hasbe’l-kader bugün ellerinin altına düşmüş ya da düşürülmüş olan bu zavallı insanlaın de birer insan olduğu, kendisi gibi sadece Allah’ın kulu olup aynı özlük haklarına sahip olarak dünyaya getirildiği gerçeğini itiraf ettirmedikçe; daha önemlisi, hal böyle devam ettiği sürece kendilerinin de bir gün onlarınyerinde olma ihtimalinin akıldan pek uzak görülmediği olgusunu düşündürmedikçe... kölelik ve cariyelik müessesini toplumdan kaldırmak hakikaten zordu.

İşte bu yüzden İslam, atılması gerekli ilk ve en önemli adımı attı; bütün insanların Allahtan başkasına kul, köle olamayacağı; gerçek efendilik ve Rabliğin yalnız Allah’a özgü, kulluğun da yalnız O na has olduğu gerçeğini inananların kalplerine yerleştirdi. Her şeyden önce mü’min bir kölenin Rabbini tanımayan, O’na saygı duyup itaat etmeyen, putlara tapan hürlerin hepsinden çok daha iyi olduğu; onlarla kıyaslanmayacak kadar üstün ve diri/hayy, gerçek bir insan[16] olduğu esprisini tanıttı. Mü’minlerin, hür-köle farkı olmaksızın birbirlerinin, sadece kardeşi olduğu ilkesini ve birbirlerine karşı üstünlüğün, ancak takva yarışında ortaya çıkabileceği gerçeğini açıkladı.

Kim olursa olsun... etnik kökenine, sosyal hayattaki statüsüne ve kimliğine bakılmaksızın toplumdaki zayıf insanlara yardım etmenin insani  bir görev olduğu düşüncesini mü’min kalplere sevdirdi. Tarihten gelen köle ve cariye anlayışını öncelikle zihin planında değiştirip güzel bir böçimde yeniden düzenlemeyi esas aldı... bu hususta amacına ulaştıktan sonra insanı köleleştirme geleneğini tedrici olarak toplumdan uzaklaştırdı...    tabii ki bu iş öncelikle Medine de ve Müslümanlar arasında, sonra Müslümanların hakim oldukları Arap yarımadasında ve daha sonra da bu yüce dinin ulaşabildiği her yerde kademe kademe gerçekleştirilmiş oldu.

Şimdi, Kuran ve Sünnetten tespit edebildiğimiz kadarıyla İslam ın, kölelik anlayışına getirdiği değişikliği ve bu hususta vazettiği dini, ahlaki, hukuki ve sosyal ilkeleri maddeler halinde belirtmeğe çalışalım. İslam ın tatbikata koyduğu bu süreci açıklarken, özel durumlar ve hitaplar hariç, köle ve cariye yerine, genel anlamda hep köle kelimesini kullanacağımızı da belirtmek isterim.

1- Din Kardeşliği İlkesinin Müslümanlar Arasında Yerleştirilmesi:

Biliniyor ki, Rasülüllah (s.a.v.) Mekke den Medine ye hicret ettiği zaman, muhacirlerle Ensar arasında kardeşlik/ muahat ilkesini başlattı. Bu ilke, daha sonra Kur an da “Mü’minler, ancak kardeştirler.”[17] ayetinde ifadesini bulacaktır.... Böylece Hz. Peygamber, hem Müslümanlar arasında bir yardımlaşma geleneğinin ilk nüvesini atmış oldu hem de, daha işin başındayken Mekke’li-Medineli veya yerli-yabancı; soylu-soysuz; beyaz-siyah, hür –köle gibi temelinde fitne bulunan bölücü ayrımlara ve ikiliklere fırsat tanımadı. Artık bu toplumda “Kelimeteyni”; Kelime-i Şehadeti[18] ve Kelime-i Tevhidi[19]  söyleyen herkes mü’mindir ve birbirinin din kardeşidir. İslam’ın bu evrensel ilkesi gereği bundan sonra, hiç kimsenin geçmişi, soyu, sopu... söz konusu edilemezdi.

Allah Teala da buna paralel olarak şu prensibi koydu: “Eğer evlat edindiğiniz kimselerin babalarını biliyorsanız, onları babalarına nispet ederek adlandırın. Babalarını bilmiyorsanız, onlar sizin dinde kardeşleriniz ve dostlarınız ya da amca oğullarınızdır.”[20]

O halde mü’min köle ve cariyeler mü’minlerin dinde kardeşleridir. Onların köle ya da cariye statüsünde bulunuyor olmaları asla önemli değildir....

Hz. Peygamber, “Ey mü’minler! İman etmedikçe cennete giremezsiniz; birbirinizi sevmedikçe de gerçek manada mü’min olamazsınız...”[21] hadisiyle Müslümanların arasında ‘kardeşlik ilkesinden başka bir de zorunlu olarak ‘birbirini sevme’ ilkesini koydu.

Başka bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Mü’minler, birbirinize hediye takdim ediniz. Çünkü hediyeleşmek kalplerden kini giderir ve kardeşler arasında sevgi ve yakınlığın gelişmesine katkıda bulunur.”[22]

Böylelikle mü’minlerin uymaları gereken temel politika belirlenmiş oldu. Buna göre iman ettikten sonra Müslümanlar arasında, hür ve köle ayırımı gibi yapay ve insanlık dışı ayrımların yeri yoktu. Dolayısıyla mü’minler arasında bu ve benzeri ayrılığa ve farklı muameleye gidilemezdi.

Görülüyor ki İslam, inanan insanları, sadece mü’minler ve Müslümanlar kategorisinde değerlendiriyor, onlar için bu temel politikaya aykırı başka bir kimliği; kişisel meselelerin dışında asla tanımıyordu. İnananlar arasında ‘üstünlüğün ancak takvada olduğu’ prensibini vurgulayarak inananları, Allah ve Elçisinin belirlediği çizgide kalmaya zorluyordu...

İşte bu politika sebebiyle Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Köle ve cariyeleriniz, Allah’ın elinizin altına verdiği kardeşlerinizdir. Kimin taht-ı yedinde bir din kardeşi varsa ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin; onları gücünün yetmeyeceği zor işlerle görevlendirmesin... eğer zor bir iş emretmişseniz, ona mutlaka yardım ediniz![23]

 2-Köle ve Cariyelerin Birbirleriyle Evlenmelerine İzin Verilmesi ve Bir Aile Kurmalarının Sağlanması :

İslam, dünya düzeyinde köleliği gerekli kılan şartlar ortadan kalkıncaya kadar her fırsatta köleleri hürriyetlerine kavuşturmak için imkan hazırlamaya gayret göstermiştir. İşte bu fırsatlardan biri de toplumu fuhuştan arındırmak maksadıyla öncelikle efendilerini, sonra da toplumu köleleri evlendirmekle görevlendirmiş olmasıdır. [24]

Hem toplumu fuhuştan arındırmak hem de kölelere, sosyal hayatta yeni bir imkan sunmak amacıyla Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur.

“Ey İnananlar! İçinizden evlenme durumunda olan dul ve bekarları, bir de evlenmelerinde hayır gördüğünüz köle ve cariyelerinizi evlendiriniz. Şayet bunlar fakir iseler, biliniz ki Allah, onların ihtiyaçlarını lütfuyla karşılayacaktır.”[25]

Bu ayetin gelmesiyle birlikte köle ve cariyeler, tarihte ilk defa ilahi bir yasa ile insanca bir muameleye tabi tutulmuş oldular. Toplumda sosyal bir statüye kavuştular. Biri ailenin beyi, diğeri de hanımı kimliğini kazandılar. Böylece hürriyeti ellerinden alınmış olan bu insanlarda aile yuvası kurma ve çocuk edinme hak ve imkanına sahip oldular. Bu imkan, onlar için daha başka imkanların da doğmasına sebep oldu. Mesela İslami ilimlerin tedvini döneminde bir disiplin haline gelecek olan İslam hukukuna göre, bir cariye evlendikten sonra bir başkasının nikahlı hanımı olduğu için, artık sahibi onu yatağına alamazdı. Çünkü bir Mü’minin taht-ı nikahında bulunan kadınla evlenmek yasaktır:

“Size anneleriniz, kızlarınız, kız kardeşleriniz... haram kılındı. Harpte esir aldığınız kadınlar hariç,[26] evli kadınlar da size haram kılınmıştır.”[27]

Bu ayette ‘evli kadınlar’ diye çevirdiğimiz ‘el-muhsanat’ kelimesi Kur’an da üç manada kullanılmıştır: 1-  Hür ve mü’min kadınlar,[28] 2- İffetli kadınlar,[29] 3-Evli kadınlar. ‘Muhsanat’ kelimesinin bu ayette, ‘halen bir başka mü’minin taht-ı nikahında bulunan mü’min kadın’ manasında kullanıldığı açıktır.

3- Hür Mü’minler Cariyelerle Evlenmelerinin Tavsiye Edilmesi:

Alemlerin Rabbi Yüce mevla inananlara, Nur suresinin 32. Ayetinde, evlenmesi uygun olan köle ve cariyelirini, önce birbirleriyle evlendirmelerini emretmişti. Sonra da hür bir kadınla evlenmeye imkanı olmayan mü’minler için şöyle buyurdu:

“İçinizden imanlı hür kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyen kimse, ellerinizin altında bulunan imanlı genç kızlarınızla evlensin. Allah sizin imanınızı çok iyi bilir. Hepiniz birbirinizdensiniz. O halde sahiplerinin izni ve iffetli olmaları, zina etmemeleri bir başkasının metresi olmamaları şartıyla onlarla evlenin. Örfe göre mehirlerini de verin...” [30]

Bakara suresinin 221. Ayetinde ise, ne kadar çekici olursa olsun, bir mü’minin, müşrik bir kadınla evlenmektense iffetli mü’min bir cariye ile evlenmesinin daha hayırlı olacağı tavsiye ve ifade edilmiştir: “...müşrik bir kadınla evlenmektense mü’min bir cariye ile evlenmek daha iyidir.”

Cenab-ı Allah bu tavsiyeleriyle, İslami ölçüler açısından bir mahzuru olmadığı halde bu konuda geleneğin müsaade etmediği bir “olmaz!!!...” ı, yani ‘hür bir mü’min ile, mü’min de olsa, bir cariye, resmi bir akitle evlenemez...’ geleneğini yıkmak istediği açıktır.

Bir cariye için, toplumda yaygın bir biçinde kullanılan isimlendirmeye aykırı olarak “genç kızlarınız” ifadesinin kullanılmış olması, toplumdaki statüsüne karşın “hepiniz birbirinizdensiniz” gerekçesiyle hür bir mü’minle eşit olarak nikah akdi yapmış olması ve hür bir kadın gibi mehrini tam olarak alması... İslam’ın bu hususta gerçekleştidiği büyük bir reformtur.

Yukarıda olduğu gibi cariyeler için düzenlenen bu imkan, onlar için bir başka imkanı daha doğurmuştur. Mesela İslam hukukuna göre, bir cariye, efendisiyle veya başka birisiyle evlendikten sonra, ondan çocuk doğurursa, ‘ümmül veled’ adını alır ve yarı yarıya hür sayılır. Kocası öldükten sonra ise, tamamen hür olur.

4-Hür Kadınlara Azatlı Kölelerle Evlenmelerinin Tavsiye Edilmesi:

Belki de Hz. Peygamber az önce söz konusu ettiğimiz ayettende cesaret alarak kendisinin azatlı kölesi Zeyd b. Harise için halasının kızı Zeyneb’e dünür gitti... Zeynep, “Ben bir köle ile mi evleneceğim?” diyerek Rasülüllah’ın bu isteğini başlangıçta beğenmedi ve geri çevirdi. Böylece aşağıdaki ayetin indirilmesine sebep oldu. Yüce Allah, bu ayette özel olarak Zeyneb’e, genel olarak da bütün Müslümanlara şöyle buyuruyordu:

“Allah ve Elçisi, bir konuda hüküm vermişlerse, artık mü’min erkek ve kadınların o işlerinde tercih hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Elçisine karşı gelirse, bilsin ki, apaçık bir sapıklığa düşmüştür.”(Ahzab,33/36)

 Bu ayet indirilince Hz. Peygamber, hem Allah ın elçisi hem de Zeyd in elçisi sıfatıyla Zeynebe tekrar gitti ve bu ayeti okudu. Artık Allah a ve Elçisine karşı gelmenin vehametini gören Zeynep istemeyerek de olsa: “Madem ki Allah da böyle istiyor. Ben de Zeyd ile evlenmeyi kabul ettim.” Dedi ve evlendiler...

 İslam Hukukunda, normal şartlarda evlenmek isteyenler arasında’kefaet’ ya da ‘küfüvv’, yani evlenecek eşler arasında azami ölçüde denklik hususu, başlı başına ve önemli bir konu olarak üzerinde durulur. Fakat Zeyd ile Zeyneb in evlenmesinde bu husus bilerek gözetilmemiştir. Çünkü, Allah ve Rasülü, böyle bir evliliği gerçekleştirmekle, mü’minlerin zihinlerindeki, azatlı da olsa ‘köle ile hür bir kadın evlenemez!!!... anlayışını yıkmak gibi yüce bir maksadı gerçekleştirmek istiyorlardı. Aynı rutin dışı uygulama istemediği halde, bizzat Rasülüllahın başına geldi. Şöyle ki, “bir evlatlık hanımını boşadıktan ve onunla ilişkisi tamamen sona erdikten sonra , evlat edinen kimsenin evlatlığının boşadığı o kadınla evlenmesinde hiçbir sakınca olmadığının gösterilmesi” ve bu hususta geleneğin engel olmaktan çıkarılması için o da Cenab-ı Allah ın emrine uyarak Zeyd in boşadığı Zeynep ile evlenmek zorunda kalmıştır.[31] Peşpeşe gelen bu iki uygulamadan anlaşılıyor ki, insanlık adına ve yararına önemli bir amacı gerçekleştirmek söz konusu olduğu zaman sosyal hayatta böylesi rutin dışı uygulamaların olmasıda kaçınılmazdır....

5-Mükatebe/Akdedilen Bir Sözleşme ile Hürriyetin Satın Alması:

‘Sağ elinizin malik olduklarından biri sizinle yazışıp hürriyetini satın almak istediğinde, eğer siz, onlarda bir hayır görüyorsanız hemen onlarla yazışınız ve Allah’ın size verdiği malından onlara veriniz....’

Mükatebe, kelime manası itibariyle yazışmak, karşılıklı bir sözleşme akdetmek demektir. Asım Efendi  kamus tercümesinde bunu şöyle tarif etmiştir: ‘Mükatebe, bir memlükün tediyesini /ödeme taahhüt ettiği bir bedel mukabilinde azat olmak üzere kendisini efendisinden satın alması akd ve muamelesidir.’[32]

 Bu ayette mü’minlere emredilen şudur. Diyelim ki bir köle ya da cariye efendisinin huzuruna çıktı ve dedi ki, ‘benim bedelimi ve ödeme süresini belirle. Ben senden hürriyetim satın almak istiyorum.’

Bu talepte bulunan kölenin sahibi, onun durumuna bakacak. Şayet bu şahsın hürriyetine kavuşması hem kendisi açısından hem de mü’minler açısından hayırlı bir iş olacaksa, yani, en azından topluma ya da kendisine zararlı bir kimse olmayacağı kanaati kendisinde varsa, hemen onunla sözleşmenin gereğini yerine getirdiği takdirde, hürriyetin kazanmış olacaktır. Bundan sonra o şahıs, hür bir kişidir ve hiç kimse ona köle muamelesi yapamayacak.[33]

 Sözleşme yapıldıktan sonra artık kölenin malı kendisine aittir. Ödemesi gereken bedeli biriktirebilmesi için yaptığı her işin ücretini alır. Ayrıca zekat gelirlerinden kendisine bir pay verilebilir.[34]

Diyelim ki köle ile efendisi arasında akdedilen sözleşmeye göre, iki yılda bin dolar ödemek üzere sözleşme akdedildi. Fakat süre doldu, ama ancak beş yüz dolar ödeyebildi. Beşyüz dolar eksik kaldı. Allah Teala böylesi bir durumda mü’minlere şöyle emrediyor: ‘Allah’ın size verdiği malından onlara verin’ eksiklerini tamamlayın. Hürriyetine kavuşturmaya söz verdiğiniz şahsın hürriyetine engel olmayın....

‘Eğer söz, onlarda bir hayır görüyorsanız!’ Bundan kasıt, öncelikle kölenin Müslüman olması, sonra da geçimini temin edebilecek müsait bir ortamın bulunması, maddi güç ve sosyal hayata intibak edebilme kabiliyetinin olmasıdır, denilebilir.

 Seyyid Kutub demiştir ki, ‘Köle serbest kaldıktan sonra kazanma yeteneğine sahip olmadığı, insanlara yük olmaktan kurtulmadığı, yani biçimsel özgürlükten daha pahalı, daha ağır şeyleri satmak suretiyle yaşamak için pis yollara düşmekten kurtulmadığı sürece gerçek anlamda özgür olamaz. İslam , toplumu arındırmak için köleyi serbest bırakır, yeniden ve daha şiddetli, daha tehlikeli bir biçimde kirletmek için değil.’[35]

 Bu demektir ki, bir köle ya da cariyenin, efendisi ile mükatebe yapmış olması demek, artık onun, o meblağı ödeyebilsin ya da ödeyemesin.... her hal-u karda hürriyetin kazanmış olması demektir. Maddi imsansızlık, bu hususta bir engel teşkil etmez.

6-İnsan Onuruna Yakışmayan ‘Köle’ ve ‘Cariye’ Sözünün Yasaklanması:

Yüce Allah temel hak ve özgürlükleri, zorla ellerinden alınan bu insanlar için Kur’an’ da hep ‘Sağ ellerinizin malik oldukları’ ve ‘gençleriniz, genç kızlarınız’ tabirlerini kullanır. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi kul, köle ve cariye manasına gelen ‘abid’ ve ‘eme’ kelimelerini, sadece iki ayette ve toplam üç defa kullanmıştır. Bu iki ayette de, mü’min erkeklere, mü’min cariyelerle evlenmeleri tavsiye ediliyor; ‘onları evlendirin’ ve ‘onlarla evlenin’ buyuruluyor.... bu da Kur’an üslubu ndaki , ‘maksadın açıklığı ve belirtilen kimselerin net olarak anlaşılması’ prensibi sebebiyledir.

Ayrıca Allah, 24.Nur suresinin 33. Ayetin devamında  ‘ La tukrihu feteyatikum ala’lbiğai’ yani, ‘ Genç kızlarınızı iffetsizliğe ve zinaya zorlamayın...’ buyururken, yine aynı hassas dili kullanmaktadır. Kasdı, zina yoluyla efendisine para kazanması emredilen cariyeler olmasına rağmen, onlar için Arapça da yaygın olarak kullanılan ‘ima’ sözünü değil de övgü ve beğeni ifade eden ‘genç kızlar’ , ‘tazeler’ manasına gelen ‘feteyat’ sözünü kullanmıştır....

Yüce Allah’ın bu hassasiyeti, hiç şüphe yok ki, Müslümanlar icçin bir mesaj idi. Ki bu sahabilerine, birbiri ardına tavsiyelerini sıraladı. Mesela, ‘kimse elinin altında bulunanlara ‘Kulum, cariyem! Demesin.’ Buyurdu. Köleleri dövmeyi sövmeyi ve kötü sözler söylemeyi yasakladı. Hatta bir mü’min , kölesini dövmüşse o şahsa, dövdüğü köleyi kefaret olarak azat etme mecburiyetini getirdi.[36]

 Ebu Hüreyre demiştir ki, Rasülüllah ‘s.a.v.’: ‘Kimse elinin altında bulunanlara ‘Kulum, cariyem! Demesin’buyurdu. Çünkü bütün insanlar başkasının değil, yalnız Allah’ın kuludur. O da onların gerçek veli nimeti ve gerçek sahibidir.’[37]

 Görülüyor ki bu hadisle Hz. Peygamber, kölelere reva görülen alçaltıcı ve insanlık sahibinin Yüce Allah olduğu gerçeğini ihtar ediyor.

Ayrıca her mü’minin köle ya da cariyesine giydiğinden giydirmesi, yediğinden yedirmesi, aynı sofraya oturup, birlikte yemek yemesi.... de Hz. Peygamberin bu konudaki tavsiyelerindendir.[38]

Rasulüllah ‘s.a.v.’ nin bu tavsiyeleriyle amacı, bu insanları köle ve cariye muamelesinden uzaklaştırarak ev halkının bir bireyi olduğu anlayışını zihinlere yerleştirmektir. Çünkü Allah’ın Elçisi daha sonra da şi tavsiyede bulunacaktır: ‘Kimin bir cariyesi olur da onu güzel bir biçimde eğitip yetiştirir, sonra da evlendirirse onun için iki ecir vardır...’[39]

 

Bir köle ya da cariyeyi eğitip İslam ahlakı üzere yetiştirdikten sonra hürriyetine kavuşturmak ve kendi eliyle evlendirmek... ancak bir anne ve babanın öz evlatlarına yapabileceği bir şeydir. Bütün bunların yaşandığı bir toplumda köle ya da cariye mefhumu kalır mı?...

7- Hiçbir Mü’min Elinin Altındaki İnsanı İffetsizliğe Zorlayamaz!

Bir kimse mü’min olduktan sonra, artık onun İslam toplumunda hür ya da köle olması hiçbir şey ifade etmez!.. Çünkü mü’minler birbirlerinin kardeşleridir.[40] Hepsi de insan olmaları hasebiyle birbirindendir[41] ve eşittirler. Hz. Peygamberin ifadesiyle, ‘bir tarağın dişleri gibi...

Köleler de imkanları ölçüsünce Allah’a kulluk ve takva yarışına katılabilirler. Hiçbir mü’min, onları bu bilinç ve yarıştan alıkoyamaz. Ancak mal ile ibadet konusunda sorumlulukları yoktur. Bu yüzden onların, hürriyetine kavuşuncaya dek zekat verme, hacca gitme mükellefiyeti olmaz.

Allah katında en değerli olan, ancak takvaca en üstün olan kimsedir.[42] Bu yüzden köle ve cariyelerin de, imkanları ölçüsünde Allah’a kulluk yarışında bulunmaya hakları vardır. Sosyal hayatta iffetli , namuslu ve temiz bir mü’min olarak yaşamak onlarında hakkıdır. Binaenaleyh hiçbir mü’min bu kimseleri iffetsizliğe ve hayasızlığa zorlayamaz...

‘... dünyanın geçici menfaatini elde etmek maksadıyla iffetli yaşamayı seçen ‘genç kızlarınızı’ fuhşa zorlamayın. Kim zorlarsa, bilinsin ki Allah ikrah sonucu o kızların yaptıklarını bağışlayıcıdır, merhamet edicidir.’[43]

Nakledildiğine göre, münafıklarınbaşı Übey b. Selül’ün Muaze ve Müseyke adında iki cariyesi vardı. Übey, bu cariyelerine zina yaparak kendisine para kazanmalarını emrediyor, bunu yapmadıkları içinde onları dövüyordu. Bu iki cariye geldri ve Übey’i kendilerine yaptıklarından ötürü Rasülüllah’a şikayet ettiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber bu cariyelerin alıkonulmasını emretti. Übey b. Selul: ‘bizi Muhammed’in elinden kurtaracak yok mu ?Cariyelerimizi elimizden alıyor! Diye bağırıp çağırmağa başladı. İşte bu ayet, bu zat ve benzerleri hakkında indirildi.[44]

Böylece, cariyelerin para kazanmak amacıyla zinaya zorlayan böylesi karaktersizlerin davranışı yasaklandı. Kendi sitekleri dışında zorlanmaları durumunda yaptırılan fuhuş sebebiyle cariyelere bağışlanma ve merhamet sözü verildi.

8-Savaş Esirlerinin Köleleştirilmesine Son Verilmesi:

 İnsanlar arası ya da ülkeler arası menfaat kavgaları devam ettiği sürece savaşlar da sona ermeyecektir. Bunun tabii sonucu olarak esirler, onlarla ilgili sorunlar da insanlık tarihiyle sürgit yaşayacaktır.

Tarih boyunca, alınan savaş esirleri şayet mübadele yoluyla veya belli bir bedel ya da menfaat karşılığında karşı tarafa iade edilmemişse, ya toplu halde öldürülmüş ya da köleleştirilmiştir. Esirleri karşılıksız olarak salıvermek, sadece müslümanların erdemidir. Bu ilke bedir savaşından çok sonra gelen şu ayetle bir yasa niteliğini almıştır:

 ‘inkar edenlerle savaşta karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun. Onlara hakim olup elinize geçirdiğinizde bağı sıkı tutun... Sonra da onları, ya iyilik olmak üzere veya fidye karşılığında salıverin gitsinler....’[45]

 Bu ayetten anlaşılıyor ki, savaş esnasında savaşın gereği ne ise, o yapılmalıdır. Düşman mağlup edilip sağ kalanları esir alındığında, iyice hakimiyet sağlayıhp her tüdrlü savaş tehlikesi ortadan kalkıncaya kadar esirlere mukayyet olunmalı. Savaşın riski tamamen ortadan kalktıktan sonra ise esirler için iki çeşit muamele tavsiye edilmiyştir: a. Düşmanın da olsa; ya hiçbir bedel ödettirmeden insana, insanca muamele anlamında salıvermek. Her halde bir insan için bundan daha büyük iyilik olmaz... b. Ya da fidye karşılığında Salıvermek. Ama her iki halde de salıvermek....

Az önce de işaret ettiğimiz gibi Hz.  Peygamber buayet gelmeden çok önce yapılan Bedir savaşından alınan esirlere de benzeri bir hükmü uygulamıştır. Ödeyebilecek durumda olanlardan fidye aldı ya da fidyeleri Mekke’deki yakınları tarafından gönderildi, bir kısmını da hiç fidye almadan serbest bıraktı. Fidye almadıklarından okuma yazma bilenlere, Müslümanlara okuma, yazma öğretmeleri şartını getirdi ve böylelikle serbest bıraktı. Sadece iki esiri: Ukbe b. Muayt ile Nadr b. Haris’i kişisel birmeseleden ötürü yargıladıktan sonra öldürttü ki, zaten ub iki kişi, ölüm cezasın çok önceden hak etmişlerdi...  Aynı sebeple Mekke’nin fethi sırasında beş kişiyi öldürtmüştür.[46]

Hz. Peygamber bir de Kurayza oğullarından savaşır durumda olanları öldürttü. Biliniyor ki bu Yahudiler Allah’ın elçisiyle ne zaman bir saldırmazlık anlaşması yaptılarsa, hepsinde kalleşçe anlaşmanın şartlarına uymadılar. En son olarak da Hendek savaşında anlaşmayı bozarak Ahzab’a yardım ettiler ve Müslümanlara çok sıkıntılı anlar yaşattılar. İşte bu son tavırları sebebiyle Kurayza oğulları kuşatma altına alındı, bir süre sonra teslim oldular. Kadınları, çocukları ve yaşlıları hayatta bırakıldı; savaşacak durumda olanları ise topluca öldürüldüler.[47]

 İslam da savaş, yer yüzündeki barışı sağlamak, insanların hak ve özgürlüklerini savunmak içindir. Barışı bozan ya da bulundukları çevrede insanlara huzur vermeyen zalim topluluklarla savaşmak, bir bakıma insanlık onurunu savunmak demektir. Bozguncu, terörist toplulukları yok etmek, zulümlerine son vermek ve yer yüzünde sükun ve barışı tesis etmek tüm insanlar için asli ve yüce bir görevdir.[48] Bu ulvi görevin yapılmaması dünyanın fesada uğramasına göz yummaktan başka bir şey olamaz:

 ‘Şayet Allah’ın, insanların bir kısmın diğerleriyle ortadan kaldırması olmasaydı yer yüzü elbette fesada uğrardı. Kuşkusuz Allah, bütün insanlara karşı lütuf ve kerem sahibidir.’[49]

‘Şayet Allah’ın, insanların bir kısmını diğerleriyle ortadan kaldırması şeklindeki sünneti olmasaydı içlerinde Allah’ın adı bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar, camiler ve mescidler mutlaka harap edilirdi. Allah, kendisine yardım edenlere kesinlikle yardım eder. Kuşkusuz Allah güçlüdür, her zaman üstündür.’[50]

Bir insanın, yine başka bir insan tarafğından tüm özlük haklarının ve hürriyetinin elinden alınarak bireşya gibi kullanılması, yahut buna göz yumulması İslam’la, İslam’ın genel politikasıyla asla bağdaşmaz. Allah Teala kullarına zulmetmediği gibi başkalarının da zulmetmesine razı değildir. Özellikle bir müslümanın  müslümana zulmü olacakşey değildir. İşte bu yüzden Yüce Allah, savaş esirlerinin köleleştirilmesi yolunu kesinlikle kapatmıştır.[51]

Ancak şartların ne getireceği tam olarak kestirilemez. Öyle zamanlar gelebilir ki, savaş esirlerini serbest bırakmak Müslümanların aleyhine bir takım beklenmedik olaylara da sebep olabilir. İşte böylesi durumlarda İslam’ın köleler hakkında getirdiği zihni değişiklik ve insani yaklaşım esas olmak şartıyla bu kurumun devamında yarar da görülebilir! Bu yüzden bu konuypu Seyyid Kutub’un şu görüşüyle tamamlamak istiyoruz:

 ‘köleleştirme, o zamanlar dünyada görülen bir durum ve genel olarak savaşlarda uygulanan bir gelenekti. İslam düşmanları tutsak ettikleri Müslümanları birer birer köle edinirken, İslam dini her durumda genel anlamlı ‘ Ya karşılıksız veya fidye karşılığı salıverin.’ Ayetini uygulayamazdı. Dolayısıyla Rasülüllah bazı durumlarda bu ayeti uygulamış ve bazı tutsakları salıvermiştir. Bir kısmını da Müslüman tutsaklarla değişirken bazılarını verecekleri mal karşılığı salıvermiştir. Bir kısmını da müslüman tutsaklarla değişirken bazılarını verecekleri mal karşlılığı salıvermiştir. Başka bazı durumlarda köleleştirme uygulamasına başvurulmuştur. Bir gün gelir de bütün bloklar tutsakları köleleştidrmemeleri üzerinde görüş birliğine varırlarsa, o zamanda İslam biricik olumlu prensibine, ‘Ya karşılıksız veya fidye karşılığında salıverin. ‘prensibine geri döner. Çünkü köleleştirmeyi gerektiren şartlar ortadan kalkmıştır artık. O halde köleleştirme kesin olarak uygulanması gereken bir kural ve İslam’da tutsakların yapılacak işlemlerden birisi değildir.”[52]

 9-Köle Ve Cariyeleri Hürriyetlerine Kavuşturmanın Salih Amel Olarak Değerlendirilmesi:

Karşılığı,bizzat yararlanan kişinin kendisinden değil, başka insanlardan da değil... yalnızca Allah’tan alınmak üzere satış işlemi, İslam’ın dışında hiçbir sistemde görülmesi mümkün olmayan emsalsiz bir ticaret usulüdür. Allah yolunda canını satmak da böyle!....[53]

Allah Teala mü’minlere, ahirette amel defteri sağ tarafından verilecek olan ‘ashabul meymene’den olmak ve iyiler muhsinin kategorisine girebilmek için, dünya hayatında muftlaka ‘zor bir yokuşu tırmanmış olmak’ gerektiğini hatırlatır.

‘Fakat, o nankör sarap yokuşu turmanmadı! Sarp yokuşu tırmanmak nedir, bilirmisin? O , bir boyunda kölelik zincirini kırmak veya kıtlık gününde bir yetimi ya da bir yoksulu doyurmaktır[54].

 Başka bir ayette de, bir mü’minin gerçek iyiliğe ulaşabilmesi ve ‘iyilerden’ olması için en çok sevdiği malından bir kısmını köle ve cariyeleri hürriyetine kavuşturmak için harcaması gerektiği söylenir:

 ‘Len tenalu el-birra hatta tünfiku mimma tuhibbun.’  Yani, ‘ Sevdiklerinizden harcamadıkça gerçek iyiliğe eremezsiniz.’[55]

 Gerçek iyilik’ yani ‘birr’ Bakara suresinde şöyle açıklanmıştır.

‘Birr, yüzlerinizi, sadece doğu ya da batı tarafına çevirmeniz değil!.. Birr: Allah’a ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanan ve sevdiği halde malından yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere veren; boyunlardan kölelik zincirini kaldırmada harcayan kimsenin yaptıklarıdır....[56]

Demek ki gerçek iyiliğin ve iyilerden olmanın bir yolu da köle azat etmektir. Rasülüllah sav. Şöyle buyurmuştur: ‘Kim bir köleyi azat ederse, Allah da azat ettiği kölenin her  organına karşılık o kişinin bir organını cehennem ateşinden azat edecektir.’[57]

İşte bu sebeple sahabiler, ellerindeki köle ve cariyeleri azat ettikten sonra, nerede bir mü’min köle ya da cariye görseler hemen onu satın alıp hürriyetine kavuqşturma yarışına girdiler. Böylece binlerce insanın boynundaki kölelik tasmasını çıkardılar.

Mesela şu ayette övülen kişilerden birinin Hz. Ebu Bekir olduğu söylenir . ‘Arınıp temizlenmek üzere malını veren gerçek muttakiler cehennemden uzaklaştırılacaktır. Bunlara göre nimetten dolayı Rabbinin rızasını gözetmekten başka teşekkürünü beklediği hiç kimse yoktur.”[58]

Hz. Ebu Bekir, hicretten önce sahipleri tarafından korkunç bir şekilde işkence edilmekte olan yedi köleyi, hem de yüksek değerlerdeki bir paha ile satın almış hürriyetlerine kavuşturmuştur. Hicretten sonra da yüzlerce köleyi hürriyetine kavuşturduğu söylenir.

İbn İshak’ın naklettiğine göre babası Ebu Kuhafe derdi ki, yavrucuğum, görüyorum ki hep güçsüz köleleri satın alıpazat ediyorsun. Şayet güçlü, kuvvetli köleleri alıpazat edersen seni korurlar, sana destek olurlar. Ebu Bekir:’Babacığım, ben buyaptıklarımı sırf Allah için yapıyorum. Ondan başkasından bir şey beklemiyorum .”[59] şeklinde cevap verdi.

10-İşlenen Günahların Kefareti İçin Öncelikle Köle Azat Edilmesinin Şart Koşulması:

Yine sadece İslamın erdemlerinden olupbaşka bir sistemde görülmesi mümkün olmayan cezalandırma usullerinden biri de köle azat etmektedir. Cenab-ı Allah, mü’minlerin işlediği bazı suçcları affetmesi için, mümükünse öncelikle bir kölenin hürriyetine kavuşturulmasını şart koşmuştur. Böylelikle hem suçlu, suçunun karşılığında bir iyilik yapmıyş oluyor. Hem de hürriyeti elinden alınmşı bir insan, hürriyet gibi büyük bir nimete kavuşturuluyor. Daha da önemlisi, uygulanan bu tecziye yöntemiyle eldeki köleler tüketilmiy oluyor. Öncelikle birkölenin azat edilmesi artı olan suçlar Kur’an-ı Kerim de şunlardır:

a)‘bir mü’minin başka bir mü’mini öldürmesi asla mümkün değildir!!! Eğer öldürmüşse, mutlaka hata ile öldürmüştür...[60]

‘ Bir mü’mini hata ile öldüren kimse bir köle azat etmeli ve şayet maktulün yakınları, bir sadaka olur düşüncesiyle bağışlamamışlarsa bir diyet ödemelidir..[61]

b)Yemin edip de yemininde durmayan veya yalan yere yemin eden bir kimsenin bunun cezası olarak, öncelikle bir köle azat etmelidir...[62]

c)Cahiliye dönemine ait geleneklerden olup İslam’da yasak edilen zıhar’ın kefareti olarak öncelikle bir köle azat etmek. [63]

Şu iki kefaret Kur’an da bulunmamakla beraber Hz. Peygamber’in tavsiyesi olarak sünnette yer almıştır.

a)Çaresiz bir hastalığa yakalanmış ya da aşırı yaşlılığı sebebiyle oruç tutamayan kimselerin tutmadığı oruca kefaret olarak köle azat etmesi. [64]

b)Yukarıda da bahsetmiştik. Köle ya da cariyesini döven bir kimsenin, bu suçunun kefareti olarak onu azat etmesi.[65]

Görülüyor ki, Allah ve Rasülü eldeki köle stoklarını bir an önce tüketmek ve bu insanları hürriyetlerine kavuşturmak maksadıyla hata ile adam öldürme, yalan yere yemin etme veya yemininden cayma, zıhar gibi suçların tövbesi için öncelikle bir kölenin boynundaki kölelik zincirinin çıkartılmasını şart koşmuştur. Bu şartın yerine getirilmesi gerekirken imkanı olduğu halde bunu yapmayanın tövbesi makbul değildir. İşte bu da İslam’ın insana verdiği değerin güzel bir örneği olmalıdır.

 11.Devlet Bütçesinden Bir Bölümünün Köle Azat Etmek İçin Ayrılması :

 İslam’da mali vergi durumunda olan zekatlar devlet tarafından toplanır ve muhafaza altına alındığı beytülmalden sarf edilmesi gereken yerlere harcanır. Allah Teala zekatların sarf edileceği yerleri sekiz madde halinde şöyle belirlemiştir:

‘Zekatlar, Allah’tan bir farz olarak ancak:

            1-fakirlere,

            2-miskinlere,

            3-zekat işleriyle görevli memurlara,

            4-kalpleri İslam’a ısındırılanlara,

            5-hürriyete kavuşturulacak kölelere,

            6-borçlulara,

            7-Allah yolunda olanlara ve

           8-yolda kalmış olan yolculara verilmelidir. Allah bilir ve her şeyi yerli yerinece yapar. [66]

Ayette geçen ‘rikab’ kelimesi ‘rakabe / yerkubu’ fiilinden mastardır. Rağıb demiştir ki , ‘ El Rakabe’ bilinen uzuvdur. Yani boyun anlamındadır. Ancak -  zikr-i cüz  irade-i kül  - kaidesince bedenin bütününede  RAKABE denir. Fakat bu kelime örfte memluklar, yani köle ve cariyeler için isim olarak kullanılmaktadır. Bu münasebetle ‘rikab’ kelimesi “ köle azad etmek , bir insanın boynundaki kölelik tasmasını çıkarmak ” manasında terimleştirilmiştir. Asıl manası “gözetlemek , muhafaza etmek / göz hapsine almak ”  demektir. ‘ El – Rakib’  “gözetleyici , koruyucu ” demektir.[67]

 12. İnsana , İnsani Kimlik Ve Kişiliğinin İade Edilmesi:

Bir insan , sadece Cenab –ı Allah’a ibadet etmekle yükümlüdür. O’ndan başkasına kul, köle olamaz !.. Zira onu insan olarak yaratan , ona değer veren ,onun için en güzel yaşama şart, imkan ve ortamını hazıtlayan , en temiz ve kaliteli yiyeceklerle rızıklandıran Allah Teala’dır.İnsan bir çok varlıktan iyilik ve ikram görsede ona , dünyada ve ahirette mutlak iyiliği ve yardımı yapacak Allah’ tan başka hiç kimse yoktur . Buna rağmen insanın Allah’tan başkasına kul köle olması kendi kadr-u kıymetini gereğince takdir edememesi anlamına gelir ki , bu da insan oğlunun kendi eliyle kendisine yaptığı en büyük haksızlıktır.

İnsanların hepsi , insan olarak aynı değere sahiptirler. Bu yönden,birbirlerinden fazlaca hiçbir üstünlükleri yoktur. Ancak sosyal hayatın seviyeli bir biçimde devam ettirilebilmesi için mal ve güç bakımından birbirlerinden farklı olarak yaratılmışlardır.[68] Bu sebeple insanlar , birbirleriyle yardımlaşmalı;birbirinin işinde çalışmalıdır. Birinin işveren , diğerinin de onun ücretli işçisi olması, asla aşağılayıcı bir durum sayılmamalı... Zira hayat bu sistem üzerine kurulmuştur; hiçbir insan diğerinden müstağni yaratılmamıştır. Daima “ Altın kapılı, tahta kapılıya muhtaçtır...” Hayatın devam ettirilebilmesi ve seviyeli bir düzeyde yaşanabilmesi için bu yardımlaşma gerekli , hatta şarttır. Fakat yüce bir maksat için takdir edilen bu çeşit fer’i farklılıklar ya da üstünlükler , bir kısım insanların temel hak ve özgürlüklerinin tamamen alınmasına sebep teşkil etmemeli ve bir kısmını seyyid / efendi konumuna yükseltirken , bir kısmınıda köle derekesine düşürmemeliydi !

 İslam, Allah’ın değer verip yücelttiği insanın, nisbi gücü elinde bulunduran hemcinsleri tarafından düşürülmesine ve layık olmadığı gayr-ı insani muameleleri reva görmesine razı olmadı.... İşte bu yüzden ortaçağda yaygın ve katı bir biçimde var olan bu insanlık  ayıbının kaldırılması hiç olmazsa, insan onurunu kurtaracak bir biçimde yeniden gözden geçirilmesi gerekiyordu. Köleliği birden bire kaldırma yoluna gitmedi ama inananlar için vazettiği dini, ahlaki ve hukuki yasalar, verdiği öğütler ve teşviklerle köle ve cariye anlayışının zihinlerde öyle değiştirdi ki, artık Müslümanlar arasında bu ayıplı uygulamadan eser kalmadı.... tamamen insani bir anlayışa ve şekle büründü. Neticede Müslümanlar arasında köleler yepyeni bir kimlik ve kişiliğe sahip oldular. Artık hiç kimse onlara, eskisi gibi ‘kölem’, ‘cariyem’diyemiyordu. Asıl manası ‘kardeşim’, ‘dostum’; örfi manası ise ‘azatlım’olan ‘mevlaye’ tabiri kullanılıyordu.

Orta çağda bazı sadist ruhlu insanlar, behimi zevk ve arzularını tatmin etmek, süfli gayelerine vasıl olabilmek için yakaladıkları bir kısım zayıf insanları köleleştirir, bir kısım güçlü insanları da arenalarda, günlerce aç bırakılmış kaplanlarla kapıştırırken.... aynı çağda Arap yarımadasında doğan İslam güneşi, hasbe’l –kader böylesine gayr-ı insani muameleye tabi tutulan insanların acı ve ızdıraplarını dindirmek ve makus talihlerini geri çevirmekle meşgul idi. Onları hür insanlara önce mü’min kardeş, sonra veli yaptı. Sonra da layık oldukları konumlara yükseltti. Mesela Rasülüllah (SAV) hicretin yedinci yılında Zeyd b. Harise’yi , azatlı bir köle olmasına bakmadan, beş yüz kişilik bir ordunun başına ordu komutanı olarak atadı ve Şam cihetine, Romalılar üzerine gönderdi.[69] Aynı şekilde hicretin 11. Yılında henüz 19 yaşlarında bir genç olmasına rağmen Zeyd b. Harise’nin oğlu Üsame’yi aralarında Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer gibi sahabenin büyüklerinin de bulunduğu bir ordunun başına komutan tayin etti ve yine Şam cihetine görevlendirdi... Hatta Üsame’nin yaşının küçük olduğunu ileri sürerek itiraz etmek isteyenlere Rasülüllah’ın cevabı şu olmuştu: ‘Babası Zeyd b. Harise de benim en çok sevdiklerimden biridir ve bu iş için layıktır. O da babası gibi görevini başarıyla sonuçlandıracaktır.’[70]

Bilhassa ilim ve sanat sahibi olan sahabiler, artık mevlalarını bir köle olarak kullanmıyor, onlara kendi ilimlerini ve bildikleri sanatı öğreterek toplumda ihtiyaç duyulan insanlar sınıfına yükseltiyordu. Mesela İbn Abbas’ın mevlası İkrime demiştir ki, ‘ Benim efendim İbn Abbas, ayağıma bukağı vurdu ve tam kırk yıl bana Kur’an’ı öğretti.’ İşte bu yüzden Tabiin döneminde Tefsir, Hadis;Fıkıh gibi ilim dallarında mevali denilen azatlı köle ve köle çocukları temayüz ettiler. Tefsir ilminde İkrime ve Mücahit , Fıkıh ilminde Sabit b. Cübeyr, Tasavvuf ilminde Hasen el-Basri... devrinin en büyük üstatlarıdır.

İşte bu, İslam’ın tamamen kaldıramadığı fakat, varlığıyla birlikte yok hükmüne irca ettiği kölelik anlayışının son tahlildeki akıbetidir. Esaret ve kölelik yeryüzünde tamamen kalkmadı ama, insanları köleleştirme fikri büyük oranda yok edildi denilebilir...

Sonuç olarak, Şark ile Garp arasında ilmi bir köprü kurmuş olan Muhammet Hamidullah’ın şu tespitini nakletmekle yetinmek istiyoruz:

‘Bu izahattan anlaşılıyor ki, İslamiyet böyle bir yüksek otoritenin örneğiyle köle ve cariyelere karşı tutumuyla uzun zamanlara hitap edecek reformları gerçekleştirmiştir. Ben İslam’dan başka cemiyetlerde azat olmuş kölelerin krallıklar kurup bunların sayılarının tarihe geçtiğine rastlamadım. Mısır da Memluklar, Kuzey Hindistan’da Gulamanlar, Güney Hindistan’da Adilşahiler azat olmuş gerçek köleler idiler. Bunların imparatorluk sülalesi dahi durdular. Ve hür doğmuş Müslümanlar, en ufak bir tereddüde dahi kapılmadan onların başkanlığını kabul ettiler. Valilik, kumandanlık gibi yüksek makamlara ulaştılar.’[71]

Dipnotlar

[1] Burada İslam’dan kastımız, Kur’ân ve Sünnet bütünlüğü içerisinde anlaşılması gereken İslâm Dini’dir. Daha sonra gelişen İslâm kültürünü kast etmiyoruz.

[2] Büyük Larousse, Milliyet, Köle Mad., XIV/7037.

[3] Ömer Demir – Mustafa Acar, Sosyal Bilimler Sözlüğü, İstanbul, 1993, s.220.

[4] İbn Manzûr, Ebu’ı-Fadl Cemaleddin Muhammed b. Mükerrem (ö.711/1311), Lisânu’l-Arab, Beyrut,1968, ‘ABD’ mad. III/270.

[5] A.g.e., ‘RKK’ mad, X/124.

[6] Enbiya, 21/60.

[7] Nisâ, 4/25, Yusuf, 12/30, 36, 62, Kehf, 18/10,13,60, Nur, 24/33.

[8] Nur, 24/32,33; Bakara, 2/221.

[9] Nahl, 16/75.

[10] İbn Manzûr, a.g.e., XIV/7038.

[11] Buhârî, Ebû Abdullah Muhammed b. İsmâil (ö.256/870), es-Sahîh, İstanbul, 1315, Cihat, 70.

[12] İbn Manzûr, a.g.e., Aynı yer.

[13] İbn Manzûr, a.g.e., Aynı yer.

[14] İbn Manzûr, a.g.e., Aynı yer.

[15] Bu konuda geniş bilgi için bkz. Prof. Dr. M. Zeki Duman, Beş Sûrenin Tefsiri, Ankara, 1999, s.68-70.

[16] Kur’ân mantığına göre Mü’min diri, kâfir ise ölü; hatta kabirdeki ölü gibidir: “Sen ölülere işittiremezsin.” (Neml, 27/80; rûm, 30/52); “Sen arkalarını dönüp giderken sağırlara sesini duyuramazsın.” (Neml, 27/80; Rûm, 30/5); “Sen kabirdekilere duyurabilecek değilsin...” (Fatır 35/22); “Bu, sadece bir öğüt ve gerçekleri açıklayıcı bir Kur’ân’dır. Diri/hayy olan kimseleri uyarman için indirilmiştir.” (Yâsin, 36/70) “Sen ancak zikre/Kur’ân’a tâbi olan ve görmediği halde/ğayb Rahmân’a saygı duyan kimseleri uyarabilirsin...” (Yâsin, 36/11) Ayrıca bkz. Enfâl, 8/42.

[17] Hucurat, 49/14.

[18] Kelime-i Şehâdet: “Eşhedu en lâ ilâhe İlallâh ve Eşhadu enne Muhammeden Rasûlullah” sözüdür.

[19] Kelime-i Tevhîd: “Lâ İlâhe İllallâh Muhammedun Rasûlullâh” sözüdür.

[20] Ahzâb, 33/5. Bu âyet özellikle Hz. Muhammed, elçilik vazifesiyle görevlendirilmeden önce azat edip kendisine evlatlık edindiği Zeyd b. Hârise hakkında indirilmiştir. Buradac asıl sözü edinilenler, evlat edinilen çocuklardır. İbn Kesîr’in açıklamasına göre, “İslâm’dan önce evlat edinme usûlü vardı. Evlât edinilen çovuklar, genellikle savaştan sonra ele geçirilen  ya da âni baskınlar sonucu, zorla ailesinden koparılıp köle pazarlarında satılan çocuklardan oluşuyordu. İşte bu sebeple biz, bu âyetle konumuz arasında böyle bir ilişki kurduk.

[21] Müslim, Ebû Huseyn Müslim b. El-Haccâc el-Huseyrî en-Nîsâbûrî (ö.261/874), es-Sahîh, (Tahkîk: Muhammed Fuad Abdulbâkî), Kahire, 1955, İman, 22,54,93.

[22] Tirmîzî, Ebû İsâ Muhammed b. İsâ es-Sevre (ö.279/892), es-Sünen, Kahire, 1937, Vela’, 6,2130.

[23] Buhârî, Itk, 14.

[24] Seyyid Kutup, Fî Zılâli’l-Kur’ân, (Çev. S. Uçan, V. İnce, M. Yolcu) ,İstanbul, 1991, VII/480-481.

[25] Nûr, 24/32.

[26] Müşrik ya da kâfir kocasından kaçarak mü’minlerin arasına hicret edip gelen mü’mine kadınlar, artık kocalarına helal olmadıkları için, mehir ödemek şartıyla bu kadınlarla evlenilebilir.

[27] Nisâ, 4/23-24.

[28] Nisâ, 4/25.

[29] Mâide, 5/5.

[30] Nisâ, 4/25.

[31] Bkz. M. Zeki Duman, a.g.e., s.107-113.

[32] Âsım Efendi, Ebû’l-Kemâl es-Seyyid Ahmed, el-Okyanûsu’l-Basîyt fî Tercemete’l-Kâsûsu’l-Muhît, İstanbul, 1305, I/459; Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, İstanbul, 1960, V/3512.

[33] Bkz. Kurtubî, Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed el-Ensârî (ö.671/1272), el-Câmî’ li Ahk^’ali’l-Kur’âni’l-Azîm, Kahire, tsz., XII/245; Fahreddîn er-Râzî, Ebû Abdullah Muhammed b. Ömer b. Hüseyn el-Kuraşî, Mefâfîhu’l-Ğayb, Tahran, tsz., XXIII/218.

[34] S. Kutup, a.g.e., VII/481.

[35] S. Kutup, a.g.e., VII/482.

[36] Müslim, Eymân, 8,1657.

[37] İbn. Manzûr, a.g.e., III/271.

[38] Bkz. Buhârî, Itk ve Faziletleri, 14.

[39] Bkz. Buhârî, Itk ve Faziletleri, 16.

[40] Hucurat, 49/11.

[41] Nisa, 4/25.

[42] Hucurat, 49/13.

[43] Nur, 24/33

[44] Bkz. Kurtubî, a.g.e., XII/254; Kutup, a.g.e., VII/482.

[45] Muhammed, 47/4.

[46] Bkz. Kutup, a.g.e., VII/239-240; Elmalılı, a.g.e., VI/4371-78.

[47] Geniş bilgi için Bkz. M. Zeki Duman, a.g.e., s.91-92.

[48] Bu görev Kur’ân’da “Emr-i bi’l-Ma’rûf Nehy-i ani’l-Münker” olarak geçer. (Bkz. Âl-i İmrân, 3/104; Enfâl, 8/24-25; Tevbe, 9/71; Lokman, 31/17.)

[49] Bakara, 2/251.

[50] Hac, 22/40.

[51] Bazı ilim adamları bu âyetin Tevbe sûresindeki şu âyet ile nesh edildiğini söylemişlerdir:

“Haram aylar çıkıp/müşriklere tanınan dört aylık süre tamamlanınca, artık müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün; onları yakalayın, hapsedin ve onları her gözetleme yetinde oturup bekleyin. Eğer tevbe eder, namazı dosdoğru kılar, zekatı da verirlerse, artık yollarını açın. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (Tevbe, 9/5.)

  Bir çok müfessirin de söylediği gibi, bu âyet indirildiği zamanki konjonktürel durum ve Allah’ın/Rasulullah’ın çizdiği strateji açısından çok özel bir hükümdür. Şöyle ki, insanların hepsi Allah’ın kullarıdır. Bütün insanlar mükemmel bir biçimde yatarılmış ve kendilerine yüce yaratıcı tarafından değer vedilmiştir... Fakat insanlar, yaratılış amaçları doğrultusunda hayatları boyunca Allah’a kul olma ya da olmamaları şeklinde iki kategoriye ayrılmışlardır: 1- İnananlar, 2- İnkâr Edenler. İnananlar da Allah’ın sevgisine mazhariyetleri ölçüsünde derece derecedirler. Mes4elâ Allah Mü’minleri sever, Müttakîleri ise daha çok sever. İslâm’ı ihsan boyutunda yaşayan Sâbikûn ise, Allah katında bunların sevgisi ve yeri çok farklıdır... Aynı şekilde Allah inkâr edenleri sevmez. Münâfıklardan nefret eder. Müşrikles ise, O’na göre insan olmaktan uzaklaşmış; necistirler /Tevbe 9/28) Onlardan âdetâ tiksinir... Anlaşılıyor ki, Yüce yaratıcısına sevdiren de kendisi nefret ettiren de... Elbette O’nun sevdiklerine yaklaşımı ile nefret ettiklerine yaklaşımı aynı olmayacaktır...

  Hicretin 8. yılında başlangıçta Medine de ekonomik ve siyasî bakımdan büyük bir güce sahip olan Yahudiler buradan çıkartılmış, siyasi otorite tamamen Müslümanların eline geçmişti. Artık müslümanların, faaliyetlerini Arap yarımadasında yaygınlaştırabilmeleri için dıştaki ezeli ve ebedi düşmanlarından bir biçimde kurtulmaları gerekiyordu. Bunun için de aralarında anlaşma bulunan Mekke’li müşriklere düşünüp taşınmaları için dört aylık bir süre tanınmış ve onlara şu mesaj verilmişti: Artık bu bölgede, putları Allah’ın yerine koyup, onlara tapınarak bu kutsal topraklarda yaşayamazsınız. Eğer putlarınızdan vazgeçmeyecekseniz, sizlere dört aylık bir müddet tanınmıştır. Bu süre içerisinde istediğiniz yere gidebilirsiniz. Aksi halde yakalandığınız yerde öldürüleceksiniz. (Bkz. Tevbe; 9/1-29)

   İster beğenilsin, ister beğenilmesin! Bu, Yüce Allah’ın insanlık tarihinde uygulaya geldiği bir sünnetullah’tır. İnsânî kimliklerini yitirme pahasına da olsa, Allah’tan başkasına kulluk eden, kendi sapık inançlarını başkalarına deyeten ve başka dinlere saygılı olmayan terörist topluluklar, Allah’ın da yardımıyla bir biçimde ortadan kaldırılırlar... Bunlara yapılan da bundan başkası değildir... İşte bu yüzden diyoruz ki, Mekke’li müşriklere uygulanan bu uygulama stratejiktir ve öylelerine özgü bir uygulamadır. Bu hüküm, esirlerle ilgili âyetin hükmünü nesh etmez...

[52] Kutup,  a.g.e., VII/242.

[53] Bkz. Tevbe, 9/111.

[54] Beled, 90/11-16.

[55] Âl-i İmrân, 3/92.

[56] Bakara, 2/177.

[57] Zeynüddîn Ahmed b. Ahmed b. Abdullatif ez-Zebîdî, (Çev. Ahmed Nâim, Sahîh-i Buhâri Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercemesi, Ankara, 1970, VII/442.

[58] Leyl, 92/17-21.

[59] Bkz. Kutup, a.g.e., X/485; Elmalılı, a.g.e., VIII/5881-82.

[60] Nisâ, 4/92.

[61] Nisâ, 4/92.

[62] Mâide, 5/89.

[63] Bkz. Ahzab, 33/3; Mücâdele, 58/1-4; Geniş Bilgi İçin Bkz. M. Zek. Duman, a.g.e., s. 63-67.

[64] Bkz. Ebû Dâvud, Suleyman b. El-Es’âs es-Sîcistânî el-Ezdî(ö. 275/888), es-Sünen, (Tahkik: İzzet Ubeyd ed-De’âs),Şam, 1969, Savm, 2390; İbn .Mâce, Ebû Abdullah Muhammed b. Yezîd, el-Kazvînî (ö.275/888), es-Sünen, (Tahkik: Muhammed Fuad Abdulbâki), Kahire, 1975, Sıyâm, 1671.

[65] Müslim, Eymân, 1657.

[66] Tevbe, 9/60.

[67] Râgıb, el-Huseyn b. Muhammed el-İsfahânî, el-Müfredât fî Garîbi’l-Kur’ân (Tahkik: Muhammed Ahmed Halefallah) Kahire, 1970, ‘RKB’ Mad. S. 201.

[68] Bkz. Zuhruf, 43/41.

[69] Bkz. Vâkıdî, Meğâzî, II/564; İbn Sa’d, Tabakât, II/90; Yâkubî, Tarih, II/71; (Asım Köksal, İslam Tarihi, İstanbul, 1981, VI/94 ve devamından naklen)

[70] a.g.e., XI/8 vd.

[71] Hamidullah, Muhammed, İslâm Peygamberi, (Çev. Salih Tuğ), İstanbul, II/22.

Not: Câriyelerin örtünmesi ile ilgili bilgi için bkz. Prof. Dr. M. Zeki Duman, Beş Sûrenin Tefsiri, Ankara,1999, s.250 vd.

Site tasarımı Mehmet Akif Duman

Elektronik posta adresi